Deprem ve Sonrası: Ne Yapabiliriz?

Berhan Abay / 22 Haziran 2023
Deprem bölgesine yardım için “Ne yapabiliriz?” sorusuna mimarların, tasarımcıların, STK’ların, kültür sanat kurumlarının verdiği cevapları bir araya getireceğimiz söyleşi serisinin ilk konukları Murat Germen ve Ali Dur oldular.

Ali Dur, Murat Germen ©mimarizm.com

Kahramanmaraş merkezli depremler ve sonrasında yaşanan felaketler, toplumun her kesimini sosyal sorumluluk bilinciyle bir araya getirdi. Bölgeye destek için “Ne yapabiliriz?” sorusuna mimarların, tasarımcıların, STK’ların, kültür sanat kurumlarının verdiği cevapları bir araya getireceğimiz söyleşi serisinin ilk konukları Mimar, Fotoğraf Sanatçısı, Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Eğitmeni Murat Germen ve Mimar, Tasarımcı ve Araştırmacı Ali Dur oldular. Söyleşi için, İBB Miras, İTÜ Restorasyon Programı işbirliği ile Murat Germen’in depremin yok ettiği alanları belgelediği tarihi Antakya’nın anlatıldığı, Metrohan’da yer alan sergide buluştuk.

Murat Germen'in, deprem bölgesine ait oluşturduğu fotoğraf arşivi, sanatçı kimliğiyle içinde yer aldığı sanat destek projelerini anlattığı söyleşiye, Ali Dur'un sosyal sorumluluk alanında gösterdiği çabaları ile başladık:

Metrohan'a ev sahipliği için teşekkür ederiz.

Deprem sonrası yaşanan felaketin bireysel yardım bölümünde aktif rol aldınız. Sizden, içinde yer aldığınız süreci ve koordinasyonu nasıl sağladığınızı dinlemek istiyoruz.

Ali Dur: Depreme uyandığımız sabah, yakın birkaç arkadaşımla (Emre, Sarper, Elif, Herkes İçin Mimarlık’ın kurucuları, aynı dönemiz hepimiz) ne yapabileceğimizi konuştuk. Kendi aramızda maddi yardım toplayarak, duyurulan acil ihtiyaçları tedarik etmeye başladığımız gönüllü grup, dört gün içerisinde daha büyük bir organizasyona ve yardım akışına tanık oldu. Fiziksel olarak yaptığımız bu yardım eylemleri, bir noktada anlık paylaşımlar ile dijitale taşındı. Ve ilk kez, o kadar takipçimin olmasının ciddi bir işe yaradığını fark ettim.

BA: Sosyal medya buradan bakınca çok iyi bir şey.

“Uykuda olan ağınız, gerektiğinde tekrar uyanıyor”

AD: Çok iyi bir durum yaratıyor; bir anda yaptıklarınız ve istedikleriniz başka bir ölçeğe sahip olabiliyor. Fark ettiğim bir şey daha; bir nevi uykuda olan, sürekli iletişimde olmadığınız gizli veya örtülü bir ağın var olduğu ve onun büyüklüğü. Mezun ettiğimiz öğrenciler, bir şekilde yolumuzun kesiştiği, sektörden tanıdığımız insanlar ya da sadece sosyal medyadan tanıyanlar… Bu ağı oluşturan noktalar, gerektiği anda tekrar canlandılar ve bu uykuda olan yapı bir anda görünür hâle geldi. Bu çevrenin ne kadar işe yarayabileceğini gördük. Ve ne kadar çok insana ulaşabildiğimizi görmek beni çok mutlu etti. Mezun ettiğim ve daha sonra o kadar takip edemediğim öğrencilerimden biri mesela, memleketine gidip, inşaat firması kurmuş; hem bize destek oldu hem de sahaya ekibini yolladı. Böyle bir sürü güzel örnek sayabilirim aklımda kalan.

Ben sosyal medyada özellikle süreci de görünür kılmaya çalıştım; neler yaptık, ne aldık, ne kadar destek topladık… Detaylı bir rapor yayınladık sonrasında. Böyle durumlarda, genelde yardımda bulunmak istiyoruz ve görmediğimiz bir yerlere bir şeyler gönderiyoruz. Yardım etme mekanizmasının tüm dünyada böyle bir sıkıntısı var; sayısız aracı ve hikâye ile süreç soyutlaşır, sizden uzaklaşır. Uzakta bir yere bir şeyler iletiyorum ve içim rahatlıyor; ama takip edemiyor ve sistemi bilmiyorum. Zizek bundan biraz bahseder; UNICEF kartları ile ilgili. “Hocam, size destek verelim, ne yaptığınızı görüyoruz ve içimiz rahat şekilde buna katkı koymak istiyoruz” dedi öğrencilerimin ve destek verenlerin çoğu. Bu anlamda başkalarının iyiliğine aracı olmak, vekâlet etmek ve onu görünür kılmak güzel ve kutsal bir görev.

Daha sonra, deprem haberini aldığımız günün akşamında, Kadıköy İlçe İletişim Grubu’na girdim. Toplanan yardımlar hakkında haberleşmenin sağlandığı, ancak sahayla direkt ilişkisi olmayan, arada ihbarların geldiği bir gruptu. Biraz dağınıktı ve ihbarların artması ile amacının dışına çıkmaya başladı. Nasıl oldu gerçekten bilmiyorum? O ilk ya da ikinci gecenin saat 4 ya da 5’iydi. Biz 4-5 kişilik küçük bir grup, gelen ihbarları değerlendirme ekibi kuracağız, diyerek oradan ayrıldık. Minik bir Whatsapp grubu oluşturarak, kendi aramızda bir sistem kurduk. Biri ihbarları aldı, biri teyit etti, diğerleri AFAD ve saha ile iletişimi sağladı. Sonra o grup, içinden birkaç grup daha doğurdu; üyeleri de birbirini hayatında hiç görmemiş ve farklı yaş gruplarından gönüllü, o anda katılmaya karar vermiş insanlar.

Buradaki durumu da ben sosyal medyama taşıdım ve çağrı yaptım; tam olarak kimiz ve ne kadar bir şeyler başarabildiğimizi bilmiyoruz, ama bir şeyleri deniyor, yol kat ediyor ve destek istiyoruz, diyerek. Herkes iyi niyetle geliyor tabi ama o kadar kişi organize olmak zor da oluyor bazen. En son baktığımda; yurtdışından tanıdığım arkadaşlarım, eski öğrencilerim, mezunlar, hocalarım, yüzünü görmediğim sanal arkadaşlarım; bir şekilde birbirini tanıyan ve ortak arkadaşı olan herkes gruptaydı. 4-5 senedir hiç konuşmadığım eski öğrencilerim, İtalya’dan, İsviçre’den arkadaşlarım çalışmaya gönüllü geldiler. Ben de dahil bu insanlar devamlı telefondaydık; artık belli bir süre sonra belimiz ve parmaklarımız ağrıyordu; boynumuz uzun süre eğik kaldı. Hem mentâl hem fiziksel olarak da zorlu bir çalışmaydı.

BA: Kesinlikle. Yeniden Antakya Platformu Derneği’nin Kurucusu Prof. Dr. Gazi Huri’nin bir video paylaşımı vardı, bu konudan bağımsız. Şehirlerin ayağa kaldırılması için kurulan derneklerle ilgili fikirlerinizi soracağım daha sonra. Uzun süre telefonda mesaj yazmanın bile, ekrana odaklanıp kalmamın, zararı olduğundan, sesli mesajın tercih edilmesi gerektiğinden bahsediyordu.

“Bunun başka türlü olması gerekiyor fikri, kafanızın arkasında hep var, ama…”

AD: Bu süreç esnasında ve ertesinde, yardımın bir şekilde ve farklı ölçeklerde mümkün olduğunu gördük; karamsarlıkla eylemsiz oturmaya gerek yok. Bu gruplara girin, bir ucundan tutun diyebildik; tutulan ucun tam nerede ve hangi bütünün parçası olduğunu çok göremeden. Yaptığımız iş bir nevi “call center” (çağrı merkezi) hizmeti gibi; nerede olduğunuzun bir önemi yok, coğrafi kısıtlamalar ortadan kalkıyor. Bilgi ve çağrıları takip ediyorsunuz, birileriyle sürekli iletişim kuruyor ve bilgi akışı sağlıyorsunuz. Bu çabayı son derece dağınık, yavaş ve gönüllü bir internet ağına benzetebiliriz; bizler onun gönüllü node’ları olarak aradaki boşlukları dolduruyor, iletimi sağlamaya çalışıyorduk. Gönüllülük esasıyla ve iyi niyetle çalışıyorsunuz ama bildiğiniz yerleşik internet veya veri ağları gibi değil, dağınık bilgiler arasında ve tamamen insanlardan oluşuyor.

O kadar garipti ki, bu yaşıma kadar tecrübe etmediğim bir şeydi. Mesela bir saha bilgisi alıyorum, onu paylaşıyorum, yardım edebilecek olan var mı, diye. İtalya’da arkadaşım, şu numaralar var, bunlara ulaştık, diyor. Ben onu tekrar iletiyorum. Sahada eski mezun bir ekibimiz var inşaat firmaları olan, onlar Antakya merkezde çalışıyorlardı. Ben başka bir bilgi alıp, teyit edip, gönderiyorum, takip ediyorum… Bunun başka türlü olması gerekiyor fikri kafanızın arkasında hep var; bunu niye biz yapıyoruz, diyorsunuz. Üşenmekten değil, “bu niye bize düşüyor” düşüncesi bir tarafta, bir taraftan da yardım, gönüllük meselesi tabii… Demokrasi, seçim meselesinde olduğu gibi; bazı şeyler size düşüyor ve hemen aksiyona atılıyorsunuz.

BA: Aklınızda kalanlardan başka anlatmak istediğiniz bir anınız var mı?

AD: Bir aileye çadır ulaştırmak için çok çalıştık mesela. Bunu 2 günde başarabildik ve birkaç gönüllü ekibi devreye sokmaya çalıştık. Bir tanesi Teşvikiye’de de şubesi olan Federal Coffee’ydi. Gönüllü ekip giderek, elde çadır olmadığını teyit etti. Çadır temin edilen bir yer vardı, oraya tanıdık üzerinden ulaştık; bir tane çadır tutsun, başka ekip de gidip köye bıraksın diye 2 gün süren bir operasyon yaptık. Geceli gündüzlü, evinizde oturup, bu tür çağrıları aynı anda takip edip iletişimde kalıyor; meseleyi sonuçlandırana kadar her bilgiyi, kontağı ve yolu deniyorsunuz.

“Küçük gibi görünen büyük zaferler”

O ilk hafta ekipteki herkes günde tek öğün yemek yedi. Gencecik, üniversite öğrencisi arkadaşlarla birlikte çalıştık; normalde denk gelmemiz mümkün olmayan insanlarla. Hepsi canavar gibi, enerjik, zihinleri açık, çalışkanlar, çok hızlılar; herkese ulaşıyorlar, herkesle konuşuyorlar. Bir tanesi AFAD’da bir üst düzey temsilciyle ahbap olmuştu; 19 yaşında, İstanbul Üniversitesi 2. sınıfta olduğunu sonradan öğrendiğim bir kız. Süreç böyle dağınık ve zor olunca tabi mentâl aşınma da oluyor. Yardım etme arzunuz tabii ki hep var ama arada yorulup, bıraktığımız, çok engele takıldığımız zamanlar oldu. Tam sonuna geldik, tamamlayacağız, tam bir aileyi mutlu edeceğiz… Bir yerde tıkanabiliyor, kendi sınırlarınıza çarpabiliyorsunuz. Sonra bir vinci bir yerden bir yere yollayabildik diyelim ya da birine çadır bulduk ya, bütün yorgunluğumuz sıfırlanıyor, seviniyor ve devam ediyorsunuz. Çok garip, tamamen bununla motive oluyorsunuz; küçük gibi görünen ama aslında büyük zaferler. Moralim bozuk yattığım günler de oldu. Denedik, çadırı bulamadık, bütün gün uğraşmışız. Onunla konuş, bununla konuş. Köy evlerinde farklı sıkıntılar; hastası, hamilesi olan var, hırsızlıktan korkuyorlar. Kimse evini bırakıp merkeze inmek istemiyordu bu sebeplerden. Bir yandan da saha ve gerçek durumla yüzleşiyorsunuz; işler yerelde ve özelde çok daha karmaşık.

Sahada gönüllü ekiplerin sayısı arttıkça, ulaşabildiğimiz insan sayısı da teyitli veri de arttı. Genelde güncel verilerin en azı sahada oluyordu; gecikiyordunuz ve boş dönebiliyordunuz. Sahada birkaç ekip vardı telefonlarını bildiğimiz veya AFAD’a bilgi iletebileceğimiz, resmî bağı olan birkaç kanal bulunuyordu. İngiltere’de kurulmuş bir sanat okulunun hesabıyla da çalıştık, onlarla da arkadaş olduk. Bir güven ortamı oluşuyor, karşılıklı verilerin kontrol edildiği ve iletildiği. Çok ilginç bir bilgi ağı oluştu; Adıyaman onlarda idi, Maraş da bende. Birkaç gönüllü ekip Maraş’ta çalışıyor mesela tanıdık; bizim ekibimiz var Ali Bey, diyor. O da bana Adıyaman’dan gelenleri atıyor, orada eski bir arkadaşımın öğrencisini bulmuştum, öbür tarafa iletiyorum. Böyle çalışıp, sürekli konuştuğumuz sayısız insan ağı ve yeni arkadaşlıklar ortaya çıktı. Bir anda ortaya çıkan, kendiliğinden var olan bir network aslında. Sosyal medyanın gerçekten işe yaradığını; bilinen anlamda pazarlama, tanınırlık vb. değil de gerçekten birilerine ulaşabilmeyi mümkün kıldığını gördüm.

İkinci haftanın ortasında, ekiplerin sahaya girmesiyle, gönüllü gruplar çekildi. Yine başka türlü yardımlar topladık tabii. Ben longboard yapıyorum; o topluluklardan kaykaycı arkadaşlarım Almanya’dan, İtalya’dan, Avustralya’dan, durumu görüp destek oldular, kendileri de yardım topladılar bizler için. Bir hafta yoğun şekilde dâhil olduğum, tamamen kendiliğinden ortaya çıkan, bir gece başka bir Whatsapp grubundan doğan bir organizasyondu; protokolleri ve dinamiği orada şekillenen, süreçte öğrendiğiniz bilgi ve deneyimle yürüyen, yeni katılanlara o bilginin bir paket şeklinde verilmesiyle büyüyen bir yapı.

Hiç bu kadar zamana karşı yarıştığımı hissetmemiştim. Ulaşmanız gereken şeyin ucunda gerçek bir hikâye, gerçek insanlar ve bir ölüm-kalım meselesi var. Bir aileyle sabaha kadar kaldım telefonda mesela. Onlara 3 ayrı ekip yönlendirdik, olumlu bir sonuç alamadık ama içleri biraz daha rahattı en azından… Muğla’da, aynen bu şekilde kendiliğinden organize olmuş (Muğla Platformu’ydu sanırım) bir ekibin tanıdığının çocuğu enkaz altındaydı. Bir şekilde onlara eşlik etmiş oldum. Sonradan onlarla da tanıştık. Bir sene önceki yangınlara verilen destekte bir araya gelmişler onlar da. Bu sonrasıydı, kimse kimsenin kim olduğunu önemsemiyor, ilgilenmiyor o süre zarfında. Herkes teşekkür ediyor ve kibar her şeye rağmen.

BA: Sosyal sorumluluk bilinciyle, uzmanlığınız doğrultusunda deprem bölgesindeydiniz. Yaptığınız çalışma çok değerli, fotoğrafları bu sergi aracılığıyla görmek dijitalde görmekten daha etkili oluyor. Deprem bölgesindeki üç şehre gidiş hikâyenizi ve fotoğraflarınızı bugüne kadar farklı mecralarda paylaştınız. İçinde bulunduğumuz sergide de anlatmaya devam ediyorsunuz.

Bölgeye ayak bastığınızda ilk gözünüze çarpan, dikkatinizi çeken ne oldu ve çalışma metodunuzu nasıl belirlediğinizi merak ediyorum?

Murat Germen: Bu işe müdahil olma biçimimle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum, Ali Bey’in de söyledikleri çerçevesinde. Her insanın farklı farklı becerileri var. Şahsen organizasyon ve kriz yönetimi konusunda hiç ehil değilim. Bazı konularda insanları şaşırtacak derecede sabrım vardır ama bazı konularda sıfır. Daha önce 99 depreminde iki yabancı uzman gruba rehberlik yapmıştım. Orada olaya nasıl baktıklarını, ne tür meselelere odaklanıp, ne tür gözlemler yaptıklarını gördüm. Zaten tecrübeli bir kent ve mimarlık fotoğrafçısıyım. Bu işte neye bakılır, neyi görmemiz, belgelemememiz lâzım; bu konularda tecrübe edindim. Bu yüzden yine bildiğim işi yapmak istedim, çünkü öbür türlü debelenip duruyorsunuz.

İlk başlarda debelendim de, ikinci günden itibaren bir sürü gruba eklemlenmeye çalıştım ama olmadı, belli bir süre gidemedim bölgeye. Onuncu günde oradaydım. O sırada benim yapmak istediğim şeye yer yoktu zaten. Orada can kurtarılırken böyle bir şey yapmak abesle iştigâl eylemek olurdu.

Sonunda bir şekilde bölgede bazı tanıdıklar buldum. Bölgeye gideceğimi İstanbul’daki farklı meslek gruplarından tanıdıklarıma söyledim; “benden üretmemi istediğiniz özel bir fotoğraf eylemi var mı, nelere odaklanayım?” diye sordum. Zaten üç aşağı beş yukarı ne yapacağımı biliyordum ama belki düşünemeyeceğim bir şey akıllarına gelir, bana iletirler, hatırlatırlar, diye amaçladım. Bu arada okul başlayacak; okulun ilk haftasıydı, kayıt haftası en zor haftalardan biridir. O yüzden maalesef kısa ve efektif bir seyahat planı yapmam gerekiyordu. En hasarlı üç kentin Adıyaman, Maraş ve Hatay olduğunu duydum. Hatay’ın içinde ise Samandağ, Kırıkhan, Defne, Harbiye, Antakya eski şehir en çok yıkım olan yerlerden. Ve seyahati o şekilde kurguladım. Adıyaman’a tek yön bir uçak bileti buldum, büyük bir şans eseri ve hemen bölgeye gittim. Sonrası artık orada şekillenecekti; ne zaman nereye geçeceğim, nerede kalacağım? Plân kurma ihtimâli yok. Ülkenin bu tür durumlardaki sivil dayanışma geçmişi, sicili hakikaten müthiş, ona güvendim.

Ali Bey’in dediği gibi; uykuda, beklemede olan bir ekip vardı, onlar uyandı, önemli bir olgu. Dayanışma ve işbirliği biçimlerinin bu tür olmasının gerektiğini düşünüyorum. Bir zaman belli insanlarla işbirliği yaparım, sonra onlarla beklemeye geçer işbirliğimiz, sonra başka insanlarla başka bir işbirliği yaparım. Toplumun bir sürü kesimi var. Ben toplumun her kesimiyle işbirliği yapabilmeliyim, yeter ki aramızda düşmanlık olmasın. Zaten hep aynı grupla çalışırsam, şikâyet ettiğimiz çıkar gruplarından oluyoruz ki bu iyi bir şey değil.

Biz bunu becerebilen bir ülkeyiz. Ben kendimi bildim bileli krizle boğuştum; siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, etnik... O yüzden “bir şekilde idare ederiz artık!” dedim. Bir kere elimi cebime atamadım, konaklama ve beslenme konusunda. Bir iki yerde şunu hissettim, depremzede ben miyim onlar mı? Çok nazik davrandılar, ben de elimden geleni yaptım karşılık verebilmek adına. Yanlış bir şey söylememek için de çabalıyorsunuz, insanlar öyle şeyler anlatıyor ki nutkunuz tutuluyor, yorum yapamıyorsunuz.

Antakya sergisinden, Metrohan

MG: Adıyaman’daki Dedeman Oteli'nde oda yoktu, yabancı ekipler kalıyor, tabii ki. Bodrum katta bir düğün salonunu açmışlardı depremzedelere. Sizi oraya koyalım, dediler. Daha ne isterim, şahane. Bodruma indim, mekanı inceledim güvenli mi, diye. Her zaman yapı statiğine meraklı bir mimar oldum, mühendis mimarların yaptığı binalara hayranlık duyarım. Pier Luigi Nervi, Santiago Calatrava gibi yaratıcılar benim için çok değerli insanlar. Düğün salonuna güven duydum, neredeyse fil ayağı gibi büyük kolonlar vardı, sadece yüzeysel taş düşmeleri yaşanmış. Onlardan da uzak bir yere kendimi konumlandırarak ilk geceme güvenli bir şekilde başladım. İlk gece ne hissettiğim önemliydi, çünkü dedim ki, bundan sonrası bir şekilde garanti altında. İlk gece kötü bir gece yaşasaydım, moralim düşebilirdi. Devam ederdim ama “sağlam” bir strüktürün içinde uyuyarak başlamak güzel oldu.

BA: Çevreyi ilk görüşünüzde neler hissettiniz?

MG: Ben akşam indim, Dedeman’ın olduğu yer çok yıkım olan bir yer değildi. Havalimanı yolunu da rahat geçtim; Adıyaman Ticaret Odası Başkanı’yla bağlantı kurmuştum, ulaşımda yardımcı oldu sağ olsun. Olayın boyutu ertesi gün şehir merkezine ulaştığımda ortaya çıktı. Sırasıyla her gittiğim şehirde yıkımın büyüklüğü artıyordu. Adıyaman’da yapı adası ölçeğinde bazı kitlesel yıkımlar vardı ama gördüklerimin çoğunluğu daha tekil, bireysel vakalardı. Sanırım, orada zeminle ilgili ciddi bir sorun yoktu. Zemin görece daha sağlam olduğu için bireysel binaların zafiyeti yüzünden yıkımların olduğunu görebildik. Sonrasında Maraş; daha büyük bir yıkım. Maraş’tan Hatay’a arabayla giderken, arada Antep, Nurdağı’na uğramak istedim çünkü oranın da çok büyük hasar gördüğü bilgisi gelmişti. Hatay’a varınca en büyük yıkımın bu ilde olduğunu gördüm… Artık bir yerden sonra uyuşuyorsunuz, gördüğünüz şey karşısında. Kocaeli depreminde de bir sürü yıkım gördüm, ama bu başka bir şeydi. İki deprem diyoruz ya biz, aslında üç deprem olduğu söyleniyor. Gece 04:00’de olan iki tane çok büyük arka arkaya, 15-20 sn. arayla. Sonra da öğleden sonra olan 3. büyük deprem…

AD: Bir yurtdışı kaynağında var o. Üç ediyor toplamda, ertesi günde olanla birlikte.

MG: Antakya’da artık son günüm, dönüyorum ve Maraş depremi sonrasında gelen Hatay depremini orada şahsen yaşadım. Açık bir alandaydık, 6.4 ve 5.8 şiddetindeydi. Ona rağmen, koşuşturuyorsunuz deli gibi, yer ayağınızın altından kayıyor çünkü. Sonra okudum ki bu iki depremin gücü daha önce olan 3 depremin %1’i gücündeymiş. Bunun 100 katını yaşamış insanlar. Felâketin büyüklüğünün daha da farkına varıyorsunuz.

Teknik olarak; kullanılan malzemelerin kalitesi konusunda da muhakkak bir belgeleme yapmak gerekiyordu. Beton, betonun içindeki muhteva, kullanılan donatı demirlerinin ne tür olduğu… Kalitesiz beton, damarsız demir, yetersiz kolon-kiriş detayları, sonradan çıkılan ek katlar…

BA: Arşivde yer alan tüm bu işlemleri tek başınıza mı yaptınız?

MG: Evet. Araştırmalardan sonra öğrendim ki, damarlı demir zorunluluğu Kocaeli depreminden sonra getirilmiş. Ne kadar geç! Damarsız demir tereyağından kıl çekercesine betondan sıyrılıyor. Bölgedeki birçok bina, 99 öncesi yapılmış, 30-60 senelik. Bu kadar büyük bir yıkımın sebeplerinden bir tanesi bu.

Onun dışında, nedense bizde bir türlü yeteri kadar üzerinde durulmayan -toplumsal yaşam biçimimizin önemli bir parçası olduğu için sanırım- yumuşak kat (soft story) vakası var. Bunun üzerine en az iki tane yabancı kaynaklı video seyrettim. 99 depreminde iki ekip de, bu formatın değiştirilmesi gerektiğini belirtmişlerdi. Zemin kat, depremle binanın buluştuğu, en güçlü olması gereken kat aslında. Biz bunu en zayıf kat hâline dönüştürüyoruz, ticaret işlevini zemin kata atayarak. Ticaret koyduğunuzda, istisnai olarak kolon kesme de var ama, kolonların yanal hareketlerini engelleyecek duvarlar yerine, dükkân vitrininde içeride satılan malın gözükmesi adına çok kırılgan bir malzeme olan cam devreye sokuluyor. Hâlbuki zemin kattaki kolonlar arasında bir duvar bıraktığınız zaman, duvar bu yanal hareketi sınırlıyor ve binanın yıkılma ihtimâli zayıflıyor. Fotoğrafladığım bu tür vakalarda binayı ayakta tutan duvarlarda çapraz çatlaklar gördüm. Bu demek oluyor ki kolonlar arasındaki duvarlar yanal yükü göğüslemiş ve görevlerini yapmış.

Antakya sergisinden, Metrohan

Geçenlerde bir taksi şoförü ile deprem üzerine konuşuyorduk. Sistemi değiştirmemiz gerektiğinden konu açarak, yapı adalarını işlevsel olarak ayırma fikrimden bahsettim. 5-10 yapı adası devamlı konut olsun, altında ticaret olmasın, sonra beş ya da on blokta bir tekrarlayacak şekilde bir adet yapı adası yapalım, o da sadece ticaret içersin. Ufak bir alışveriş merkezi, iş hanı gibi bir şey kastettiğim. Şoför bana, böyle bir şeyin Kocaeli depreminden sonra yapıldığını söyledi. Sakarya’da Yeni Kent Camili diye bir yermiş. Henüz gidemedim ama oraya gidip, belgelemek istiyorum. Üç kat konut, toplamda altı daire varmış. Bir kere zaten kat sayısı doğru, zeminde ticaret yok. Altında sığınak, 10 blokta bir iş yeri adası varmış ve iki kat yüksekliğinde imiş. Aklın yolu bir… Bizim bundan sonra üzerinden durmamız gereken bu. Bir sürü mimar var bu işe eğiliyor. Ama, daha bu toplumsal yaşam biçimi üzerine tartışmadık. Bence bu çok önemli bir konu. Her yerde gözüm onu arıyor artık. İstanbul’daki binalara baktığımda altında eczane, terzi, market, berber, vb. var, tüm cepheler cam vitrin… Acaba ne olacak bu binaya diyorsun? Hepsi yıkılacak diye bir kural yok ama, yine de üzerine düşünmemiz gereken bir konu…

Teknik olarak, özellikle belirtmek istediğim bir konu daha var. Maraş’tan bir örnek vermek istiyorum. Merkezin dere yatağında olmasından kaynaklanan bir gevşek zemin sorunu var. Binalar da eski. Maraş’taki yapı adası ölçeğindeki kitlesel yıkımlar beni şoke etti. Bir koca yapı adası, üzerinde belki 30-40 yapı aynı anda çökmüş. Maraş’ta, kenti çok iyi bilen, merkezde yaşamayan bir kişi beni gezdirdi. İlk Doğukent’e gittik. Kent, dağın eteğine kurulduğu için zemin gevşek değil ve binaların büyük çoğunluğu yeni, ya deprem yönetmeliğine uygun ya da ona yakın bir şekilde inşa edilmiş. Binaların %90’dan fazlası ayaktaydı, bazılarında hasarlar ciddi, içlerinde yaşamaya devam edemezsiniz ama yıkılma ve can kaybı yok. Bazı binaların strüktürü iyice esnemiş, bir daha maalesef o binaya girilemeyecek ama bina görevini yapmış. Aynı daha önce bahsettiğim, duvarın görevini yaptığı gibi. Ama merkezde durum feciydi.

Karşılaştırmalı bir çalışma yapmaya beni iten şuydu: Bir enkaz görüyorsunuz, ama bu yığın kaç binanın enkazı, tam olarak bir fikriniz yok. Bölgeden dönüp karşılaştırmayı yaparken ikinci bir şok yaşadım diyebilirim ve yıkımın boyutunu, bu sergiyle de Antakya özelinde, paylaşmaya çalıştım. Başka önemli bir konu: En profesyonel makinada bile GPS modülü yok. Fotoğrafları nerede çektiğimi bilmek istiyorum. 5 senedir kullandığım yöntemi uyguladım: Telefonla bir rota tutuyorum (aplikasyonun adı Gaia), bunu GPX formatlı bir dosya olarak bilgisayara atıyorum, bilgisayarda da başka bir yazılımım var (adı HoudahGeo), telefonla bilgisayarı saniyesi saniyesine senkronlama şartıyla GPS rotasını fotoğraflarla birleştirerek her fotoğrafa konum atayabiliyorum. İnşaat mühendisleri, kent plancıları, haritacılar, hukukçular, siyasetçilerin fotoğrafları delil olarak kullanabilmesi için konum bilgisi gerekiyor ve ortaya çıkan fotoğraf setinin talep eden herkesle paylaştım, açık kaynak olarak bir Google Drive linkinde duruyor.

Linki buradan da paylaşayım, klasörde 2.117 adet fotoğraf bulunmakta. Yalnız fotoğrafların kullanılmasından önce aynı klasördeki “1_LUTFEN-BENI-OKUYUN.docx” adlı dosyanın okunmasını rica ediyorum.

BA: Yaptığınız çalışma çok değerli. Tekrar, kendi adımıza teşekkür etmek istiyorum. Genel kullanıma açmanız, sonrasında ihtiyacı olanlara delil olarak kullanabileceklerini ayrıca belirtmeniz.

İnsanlar canlarıyla uğraşıyor, başlı başına bir konu. Yardımcı olmak için herkes seferber olmuş ama bir taraftan da bu delil toplama ile birilerinin ilgilenmesi gerekiyor. Çok yorucu.

MG: Gezi’den beri, 10 senedir yaptığım belgesel fotoğraf eylemi çok daha arttı, eskisine göre. Çünkü bu konuyla ilgili sorumlu hissediyorum. Çalışmanın bütünü; bir olay yeri inceleme, delili toplama eylemi olarak görülebilir. 

AD: Ve o hâfızayı oluşturmak çok mühim. Hele hâfızası bu kadar zayıf olan bir toplum olunca.

MG: Evet. Bir şey daha; biliyorsunuz Google sokak görüşü fotoğrafları var. Google Copyright olayını da mesele etmiyor. Büyük olasılıkla bir süre sonra -bilmiyoruz tabi ne zaman- Google bu çekimleri güncelleyecek ve onlar yok olacak. Aklıma bu konuyla ilgili bir fikir geldi. Üniversite'de "Proje 201" dersimiz var. Normal ders gibi değil, formatı farklı, her hoca 4-5 yarıyılda bir bu ders vermekle yükümlü. Önemli yıkımların, özellikle tarihi ve kültürel miras olarak gördüğümüz bazı yerlerdeki yıkımları öğrencilere paylaştırdım ve 3 şey yapmalarını istedim. Birincisi; Google Images’dan ya da diğer bloglardan vs., Antakya ve diğer önemli kentler hakkında imge ve belge toplamaları. İkinci olarak; Google Street View (sokak görüşü) mecrasına girmeleri ve sokaklarda yavaş yavaş ilerleyerek ekran görüntüleri almaları. Özellikle Hatay’ı yoğun çalıştılar. Öğrenciler yakın zamandan teslim ettiler yaptıkları çalışmaları, elimizde GB’larca referans olarak kullanabileceğimiz bir imge havuzu oluştu.

AD: Bunlar çok önemli oldu. Uydu fotoğraflarını karşılaştırıp “böyleydi böyle oldu”yu ilk yapan, bizden bir organize kaynak değil, New York Times’tı, ikinci ya da üçüncü haftada sanırım.

MG: Evet, bir videonun üzerinden yaptılar, çok başarılıydı.

AD: Uluslararası topluma, bir olguyu görünür yaparak anlatmaya çalıştılar, depremin boyutunu ve olayın ciddiyetini aktardılar. Bir deprem, bir kentin bütün izlerini nasıl ortadan kaldırdı; neresi yol, neresi yapı adası, bu ayrımı silecek kadar bir yıkım... Doku dediğimiz şeyi yapı ölçeğinde değil de kent ölçeğinde düşünmek gerekiyor.

Kadir Has Üniversitesi'nde, Murat Tabanlıoğlu ile birlikte yürüttüğümüz, akademik koordinatörü olduğum bir tezsiz yüksek lisans programımız var. Orada da sizin belgelemeleri referans olarak kullandık. Yurtdışı odaklı liman şehirleri üzerine bir programdı ama çalışmanın ikinci döneminde, bu olaylar olur olmaz rotamızı buraya çevirdik. Yurtdışına Hamburg’a gezi düzenlemiştik, ikinci gezimizi Trieste’ye planlıyorduk. Böyle bir olay yaşanınca, bütün ekip, odağımızın başka bir yer olamayacağına karar verdik. Orada biz de bütün o belgelemelere bakmaya çalıştık. Bu dönem başından itibaren Yüksek Lisans Programı’nın tüm öğrencileri, Ortak Akıl Platformu’nun bir paydaşına dönüştüler. 

MG: Yakın zamanda İtalya ve Etiyopya’da da bazı büyük doğa olaylarına şahit olduk. İtalya’daki Emilia Romagna bölgesinde inanılmaz bir sel felaketiydi. Bu fotoğrafları da arşivledik.

AD: Yayınlanan inceleme ve haritalamaların bir kısmını bizim öğrencilerimiz de karşılaştırdı; bir ekibi onunla görevlendirdik. Antakya merkezde doğru buldukları oldu; ama bir kısmını da görüntüler üzerinden yapay zekâya inceletmişlerdi, hatalar vardı. Gönüllü haritacı ve uydu üzerine çalışan global bir ekip var; o dataları açıyorlar, isteyen gönüllü olarak o karşılaştırmayı yapıyor. Ya da biraz hata paylı da olsa yapay zekâ görüntüleri okuyup, “bu duruyor, bu durmuyor” ya da “ağır hasarlı” gibi bilgiler sağlıyor. Dağınık da olsa bir sürü yeri incelemişler. Dünyanın bir ucunda, “ne ilgisi var” diyeceğiniz bir insan grubu, böyle gönüllü işlerle uğraşıyor. Bizde ise, hep o anda, orada ve bir anda oluşan refleksler var. Derli toplu bu işi anlayalım, belgeleyelim, ölçelim, bilimselleştirelim, sayısallaştıralım… Çok fazla yok, bir sebepten olmuyor.

İTÜ Restorasyon Programı Arşivi, Antakya sergisi, Metrohan

Haberin devamı için lütfen ilerleyiniz.


İlişkili Haberler
Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :