Kara Kitap Romanı Bağlamında David Lynch Sinemasına Bakış

Simlâ Sunay / 03 Ekim 2016
Mimarlık-sinema ilişkisini mercek altına alan yazısı dizisinin bu bölümünde Simlâ Sunay, edebiyat ve sinemanın kesişim noktasından hareketle kendini arayan insanın, mekanla ve yaşadığı kentle kurduğu ilişkiyi; Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ı bağlamında Film Noir (kara film) temsilcisi David Lynch’in sineması üzerinden irdeliyor.

Hep birlikte inanacakları bir hikâye kalmayınca, hepsi tek tek kendi hikâyesine inanmaya başlayacak, herkesin kendi hikâyesi olacak, herkes kendi hikâyesini anlatmak isteyecek.
Kara Kitap, sayfa 158

Roland Barthes’a göre edebiyat, aynaların devinimidir.Çünkü hayat gibi öykündüğü bir ‘yüce’si vardır. Başka bir deyişle bedeni. Ne var ki, edebiyat hayata dâhildir. Barthes, soy zincirsiz metin yoktur, der. Kendinden önce yazılanla bağlantısız metin yoktur.  Orhan Pamuk’un kült romanı Kara Kitap’ın, Aynaya Girdi Hikâye bölümünde, başkahraman Galip, Rüya’ya gençlik günlerinden bir pazar kahvaltısında, sofradaki zeytin ezmesi kavanozunun etiketini gösterir. Etiket üzerindeki resimde masa başında toplanmış mutlu bir aile ve masada da aynı zeytin ezmesi kavanozu vardır. Etiketteki kavanoza yakından bakınca, aynı mutlu aile ve aynı masada aynı kavanozu görürler. Zeytin ezmesi kavanozlarının ve mutlu ailelerin, göz onları fark edemeyene kadar küçüldüklerini birlikte izlerler. Kayıp karısı Rüya’ya seslendiği bu bölümde, paragraf Galip’in şu sözleriyle biter:

“Şu anlatacağım masalın başını biliyorduk ikimiz, ama sonunu değil.”

David Lynch’in yakın dönem filmi Inland Empire’da oynadığı karaktere dönüşen ve dönüşüm sırasında oynadığı karakteri de kendi kaderine dâhil eden aktrisi hatırlayalım. Edebiyat, kendi bedeni olarak yukarıda addettiğimiz hayat’a bakarken içinde olduğu bedenin tam da içindedir. Kara Kitap, soy zincirini gören bir edebiyatken, Inland Empire aslın temsile evrilmesini ama varlığın gücüyle temsili de dönüştürmesini sahneleyen bir sinemadır. Orhan Pamuk, Kara Kitap’ta kendinden önce yazılmış metinleri araçsallaştırırken, David Lynch de Inland Empire’da daha önce başlanmış ama oyuncularının gizemli ölümü nedeniyle bitirilememiş bir filmin yeniden çekilmesini hikâyeleştiren bir film çeker. David Lynch’in sinemasında hikâyelerin başı belli sonu belirsizdir.

Inland Empire Afişi

Inland Empire - Şehre Bakış 

Inland Empire - Laura Dern

Kara Kitap’ta Galip, Rüya’ya seslenişlerinde, kendi hikâyelerini konu edinen romanda kendi hikâyelerini tekrar ve tekrar anlatır. Tıpkı Mulholland Çıkmazı/Mulholland Ride’daki bilinç ve bilinçaltını içeren tekrarlı ve çoklu anlatımda olduğu gibi, ancak David Lynch’in elinde bir avantaj vardır. Onun kahramanlarının yüzleri izleyici tarafından görülmektedir. (Okurlar, Galip’in roman boyunca baktığı onlarca fotoğrafta aradığı yüzü göremezler oysa.)  Lynch, tam da bu nedenle hikâyeyi tekrar eder ama karakterleri değiştirir. Peki, karakter değişince hikâye nasıl tekrar duygusunu verecektir ki? Mekânla ve nesnelerle yani şeylerle tabii ki. Mavi bir anahtar, uzun kırmızı kadife perdeler, bir sokak tabelası… Tekrar algısı için bu da yetmeyecektir, replikler de yinelenecektir. Ne var ki, bu kadar yinelemeye rağmen David Lynch filmleri anlaşılmadığı yargısından kurtulamayacaktır.

David Lynch’in, 1977 tarihli, siyah beyaz kült filmi Silgi Kafa/Eraserhead’in bir sahnesinde, tesisatçının şu sözleri ilginçtir: “Dünya, ben otuz yıldır tamir yapmama rağmen aynı!” Lynch, filmin belirgin tuhaflığını, bunalımını ve boğuculuğunu mekânlar sayesinde kurar. Aşırı dar koridorlar, kameranın odağında büyüyen demir kapı, radyatörlerden gelen tuhaf sesler, pencerelerin tuğlayla kapatılması, odalarda yerlere saman ve çalıların yayılması, bitkinin saksısı olmadan toprağın öbeğiyle sehpa üzerinde ayakta durabilmesi, solucan benzeri canlıların tiyatro sahnesinde salınması gibi... Silgi Kafa’nın siyah beyaz çekilmesinin önemli bir nedeni vardır elbette. Kara gölgeler mekân kadar etkin roldedir, çizgisel ve harf gibi simgeseldir. Kara Kitap’ın Apartman Karanlığı bölümünde de aynı tedirginliği hissederiz. Apartman boşluğu ya da ışıklığı, Pamuk’un cümlelerinde, güvercin leşlerinin, karga pisliklerinin, atılmış eşyaların, giysilerin, tuhaf cisimlerin yığıldığı, tiksindirici kokularla ve karanlığıyla hayli tekinsiz bir kuyudur. İçine inip biraz kurcalasak Silgi Kafa’daki cenin benzeri yaratığı sanki orada bir çırpıda bulabiliriz.

Orhan Pamuk 

Jale Parla, “ Kara Kitap Neden Kara?” başlıklı yazısında, “Suçluluk duyulmazsa, suçtan arınılamaz. Bu da Kara Kitap’ın kara olmasının bir nedenidir,” der.2 David Lynch’in karakterleri tam da bu tanıma uyarlar. Vahşi Duygular/Wild at Heart ve Lost Highway/Kayıp Otoman’ın femme-fatale kadın karakterleri sözgelimi. Vahşi Duygular filmindeki amaçsız yolculuk ve renkli ampullü otel cepheleri, Kayıp Otoban’ın ‘sarı kiremitli’ otoyolları bizi, Galip’in Rüya’yı ararken İstanbul’da yürüdüğü sokakların atmosferine taşır. Lynch ve Pamuk’ta asıl olan arayıştır, hiçbir yere varılmaz. Karakterler şehirlerde akıp giderler. Şehir akıp gider. Mulholland Çıkmazı’nda şehri uzaktan yakalayan geniş açıda bunu hissederiz, şehir insanın kendini kaybettiği/kaybedebildiği mekândır.

Vahşi Duygular’ın en ilginç karakteri Bobby Peru (Willem Dafoe) kendisine sorulan, “Teksas’tan mısınız?” Sorusuna, “Ben her yerdenim” diye cevap verir. Kara Kitap’ın Hafızamızı Sinemada Kaybettik adlı bölümünde, Rüya’nın eski kocasına göreyse, İstanbul bir mihenk taşıdır. Değil orada yaşamak, oraya adım atmak bile bir teslimiyet, bir yenilgidir. Umutsuz kalabalıklar, eski arabalar, ağır ağır suya gömülen köprüler, teneke yığınları, delik deşik asfalt, anlaşılmaz iri iri harfler, okunmayan afişler, şişe ve sigara resimleri, taş yığınları, toz ve çamurla çürümüş görüntülerin görüntüsüdür İstanbul… Yazar Pamuk’un gözünde İstanbul, kendisi olamayan, kopyaların kopyası bir şehirdir, üstelik bunu dile getirdiğinde iktidarın “İstanbul’u Venedik yapacağız” iddiaları ve London Eye taklit projesi gündemde bile değildir. Kara Kitap, her yerin ve her şeyin kitabıdır. Çünkü soy zincirine bilinçli takılmış, kendisinden önce yazılmış mesellere doğudan batıya doğru göz kırpmıştır. Bobby Peru’nun, “Ben her yerdenim” sözü ve Peru adını alışı da elbette tesadüf değildir.

David Lynch resimleri

David Lynch resimleri

David Lynch resimleri

David Lynch resimleri

Kara Kitap’taki Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri bölümünde, Galip’in de içinde olduğu bir grup insan, pavyonda hikâyeler anlatmaya başlar. Garsonun hikâyesi hayli ilginçtir. Pavyonda çekilen bir Yeşilçam filmine figüranlık etmiştir yaşlı garson. Oynadığı filmi izlediğindeyse garip bir ürperti ve korku hisseder çünkü ağzından bir başkasının sesi çıkmaktadır. Garson dışında çevresindeki herkes anlamıştır, bir küçük hileyle insanın bir başkasının kendisi, kendisinin de bir başkası olarak gösterilebileceğini. Hikâye içinde hikâye kurgusuyla yazılmış olan 1990 tarihinde yayımlanan romanın bu bölümü, 2006 tarihli Inland Empire’a götürür bizi. Nikki (Laura Dern), filmde bir aktristi canlandırmaktadır. Oynadığı Sue karakteriyle iç içe geçen hikâyeleri, tıpkı yaşlı garsonun bir paragrafta bize anlattığı gibi, ürperti ve korku dolu sahnelere evrilir ve Nikki’nin film boyunca yüzü belirsizlik ifadesinden kurtulamaz. Belirsizlik göstergesi; ben kimim, ben neredeyim, ben kimin karısıyım, ben kimin sevgilisiyim, soruları arttıkça, setten gerçek yaşama, gerçek yaşamdan senaryoya ilham veren hikâyeye ve oradan da tekrar gerçekliğe geçer durur. Bir küçük hileyle insanın bir başkasının kendisi, kendisinin de bir başkası olarak gösterileceği yer sinemadır.

David Lynch

Aynı zamanda bir ressam olan David Lynch filmlerinde Amerikan yozlaşmasını çok iyi resmeder. Sapkın cinselliklerin, bağımlılıkların, kanlı ve bazen nedensiz cinayetlerin içerisinde, her nasılsa, insan evladının en naif ve en zayıf noktalarını da göstermeyi başarır. 1986 yapımı Mavi Kadife/Blue Velvet’i izlerken kötü adamlara acırken bulursunuz kendinizi. Kötücüllüğün nedenlerini Freud’a başvurmaya gerek duymaksızın, gerçekçi ve sert sahnelerle saniyeler içerisinde anlatmayı başarır. ‘Baba’ figürünü temsil eden baş kötü karakter kurbanına “Anneciğim” diyerek, mavi kadife kumaşı emerek tecavüz eder. Lynch genellikle, politik olana değil de bireylerin en derinlere gömülmüş acizliğine odaklanır. “Bir insan ne kadar rezil olabilir?” sanki sürekli bu basit soruyu sorar. Amerikan kültürünün kara yüzünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer, hatta bu onun teması değil sinema dilidir. Orhan Pamuk ise, ansiklopedik bir roman olan Kara Kitap’ta saplantılı bir aşkı anlatsa da cinselliğe değinmez, hayli politik söylemlere girer. Sanki hep ülkenin tepesinden bakıyor gibidir. Lynch’in sinemasında, rock kralı Elvis Presley’nin kopyalarıyla dolu, özgürlükler ve fırsatlar ülkesinde kültürel ve gündelik yozlaşmayla kendisi olamayan birey; Pamuk’un romanında, paşaların kopyalarıyla dolu, Doğu-Batı çatışması içindeki sancılı ve baskıcı ülkede, toplumsal nedenlerle kendisi olamaz. Pamuk daha da ileri gider; romanında Osmanlı Devleti’nin kendisi olamadığı için yıkıldığını imâ ederek büyük laf eder, Lynch ise kendisi gibi kara filmlerin yönetmeni Lars von Trier’in Avrupa filminde söylediğini dile getirmekten kaçınır.  

Kara Kitap’la, Film Noir (kara film) temsilcisi David Lynch’in sinemasını buluşturan unsur, ikisinde de karakterlerin sürekli kendilerini arayacak, başkası olma arzularına yenildikçe kendileri olmaktan öteye bir adım dahi atamayacak olmalarıdır. Başkası olmak isteyen de yine kendileridir çünkü. İstanbul yine İstanbul’dur.

Barthes, yazar seyredilmesi komik olan kişidir, arzusu kendisini sıkıştıran kişidir, der. 2013 tarihli Kara Kitap’ın Sırları adlı derlemeyi okurken sanırım ben de tam bu nedenle, Orhan Pamuk’un popülist bir amaçla kitaplaştırılan bu gizli defterlerine baktıkça güldüm. Yayımladığında çok ses getiren, onu Nobel’e taşıyan ve büyük hazla okuduğum Kara Kitap’ı dört yıl boyunca yazarken hissettiği acziyetini, narsistik hezeyanlarını, hırsını, sırlarını ele vermesini, yazışını yazmasını garipsedim sanırım. El yazısıyla, “Türk Edebiyatı’nda şu ana kadar yazılanlar beş para etmez” notunu da okuyunca iyice… Sırlarını ifşa ederek, bence Kara Kitap’ın şahsiyetinden hayli eksilten derlemeyi okumayı bitirince, Orhan Pamuk’un artık kendisinin de yazılması gereken bir karakter olduğuna kanaat getirdim. Hazır tüm gerekli bilgiler de verilmişken, yine kendisi gibi ansiklopedik roman yazan bir yazar tarafından yazar Orhan Pamuk pekâlâ yazılabilirdi. Kendisinden önce yazılan pek çok kallâvî metni postmedernizm kulvarında nerdeyse pastiş eden büyük romancının hayatı, bir romanında okuduğumuz Masumiyet Müzesi’ni gerçekten hayata geçirmesi, roman kahramanlarının gerçekten yaşamış kişilermiş gibi müzede yer alması da bunu doğrulamıyor mu? Sonra, Orhan Pamuk’un kendisini yazdırmak için onca romanı yazdığını düşündüm. Edebiyatın ayna devinimleri veya Kara Kitap’ın üzerimde bıraktığı paranoyaydı sanırım beni bu saplantılı düşünceye iten. Ya da David Lynch’in Inland Empire’ı çekmeden önce, Kara Kitap’ı okumuş olabileceği zannı ve heyecanı.  

[1] “Roland Barthes: Yazma Arzusu”, Hazırlayan: Mehmet Rifat, Sel Yayıncılık, 2008

[2] “Kara Kitap Üzerine Yazılar”, Derleyen: Nükhet Esen, sayfa 108, İletişim Yayınları, 1996

*****


İlgili İçerikler
Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :