Son dönemlerde mekan kullanımı anlamında sizi etkileyen filmler oldu mu?
Örneğin Reha Erdem filmleri ve özellikle Beş Vakit. Beş Vakit bir mekan filmi, bir köy anlatıyor. Orada, ışık, çevre, mekanlar, doğa ve insanların ilişkileri anlatılıyor. Aklımda köyden kaçıp otların arasında ölü gibi yatan çocuk resimleri var. Onlar tek başına da güzel resimler ama o hayata dönük çelişkiler ortaya çıktığında güzelleşiyorlar. O filmin içinde dramatik bir etki kazanıyorlar. Sonra oradaki minarenin varlığı ve zamanla kurduğu bağlantı. Zamanın geçişini mimliyor; ama saatle değil, zaten filmin adında da ‘vakit' olarak vurgulanıyor. Sanki o köy çocukların anısı. Çocuklar o köyün içinde değil de etrafında dolaşmayı seviyorlar, inmeyi çıkmayı, köye dışarıdan bakmayı, onu seyretmeyi seviyorlar. Konusu, işleyişi açısından bence çok özel bir film.
Aslında orada biraz da zamanın mekansallığı söz konusu değil mi?
Tabi, sinemada en önemli araçlardan biri de zaman duygusudur zaten. Zaman sinema açısından çok önemlidir, çünkü akışını değiştirirsiniz. Dolayısıyla bir alt metin olarak anlattığınız her şeyin zamanla kuvvetli bir ilişkisi var.
Peki, kafanızda, çekmecelerinizde ileriye dönük neler var?
Ne zaman çekeceğimi bilmiyorum, ama Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü gibi mekanla ve dönemle ilişkisi çok önemli iki projem daha var. Bunlardan biri, senaryosundan önce romanını çıkardığımız ‘Yargu'. Selçuklu döneminde geçen bir mahkeme filmi. Öykü, büyük bir Moğol çadırı, Türkmenlerin hapsedildiği büyük bir avlu ve Moğol askerleri ile devşirmelerin yaşadığı çadırlardan oluşan bir mekan örgüsünde geçiyor. Mahkeme çadırı, bizim için çok önemli bir mekan. Çok büyük, deriden yapılmış, rüzgarla hareket eden bir varlık ve içinde mahkeme yapılıyor. O, sanki ‘adalet tanrısı'nın evi ve mekan tepki veriyor. Bu, bizim için çok önemli bir görsel öğe. Bu tepkiye kızan biri kılıcıyla çadıra saldırıyor ve bu ancak tepkinin daha da büyümesine, patlama noktasına gelmesine neden oluyor. Yine Anadolu Ortaçağı'nda, Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü'den 50 yıl öncesini anlatan bir proje.
Diğeri proje ise ‘Romalı Celal'. ‘Yargu'nun 50 yıl öncesine uzanan, Mevlana ile Şems'in öyküsü. Şehir sevmeyen, bir gezgin savaşçı – derviş olan Şems ile şehrin neredeyse kendisi olan Mevlana üzerine bir öykü. Mevlana, yolculuklar dışında şehirden neredeyse hiç çıkmamış. Medrese, saray vs mekanlar arasındaki ilişkiler, filmin ideolojik yapısını, çatışmasını anlatıyor. Mevlana'nın çok trajik, adeta bir Yunan tragedyası gibi bir öyküsü var. Aynı dönem içerisinde Şems, oğlu Alaaddin öldürülüyor, evlatlığı Kimya ölüyor. Bu arada saray, Moğollar, Mevleviler, daha sünni ortodoks İslami kesim, Venedikliler arasında müthiş bir siyasi çekişme var. Mevlana, yaşadığı tragedya sonrasında bugünkü Mevlana haline geliyor. Bunlar, ‘Anadolu Ortaçağ Üçlemesi' diyebileceğimiz bir dizi.
Bunun dışında yıllardır beceremediğim ‘Türklerin Seks Hayatı' isimli bir projem var. Zor bir iş değil ama sıra bir türlü ona gelmedi. Günümüzde geçen ve cinsel hülyalanmalar üzerine bir film. Türklerin seks hayatı komedi ve gerçek değil. Tensel şefkat açlığı üzerine bir film bu.
I. Dünya Savaşı'nın sonralarına tarihleyebileceğimiz bir ‘Medine Savunması' diye bir proje var. Gerçi bir savaş öyküsü ama kimsenin savaş yüzünden ölmediği bir öykü. Bazı komedi filmleri, yılar önce yazdığım bir bilim kurgu projesi... Sinemacının çekmecesinde bol film bulunur ama kafasında azdır.
Mekanlar, iş hayatınızı, gündelik yaşantınızı nasıl etkiliyor?
Bu, benim için sürekli bir hayal kırıklığı. Ben hep hiçbir büroya yeterince özen gösteremediğimizi, oranın bir film şirketi mi yoksa bir inşaat şirketi mi olduğunun belli olmadığını iddia ettim. Hep ortaklarla çalıştım, dolayısıyla tek başıma karar verebileceğim bir olanağım olmadı. O zaman başarılı olur muydum, onu da bilmiyorum. Çünkü istediğim olmadığı zaman hemen küsüp, olanı kabulleniyorum. Hem yaşadığım evlerde, hem de bürolarda hep bir rahatsızlığımız oldu. Elbette geçmişi kurcaladığımda hala içinde yaşıyor olabilmeyi istediğim yapılar var, ama o zamanki halimi mi özlüyorum yoksa o yapıyı mı özlüyorum emin değilim. Kendimi görece rahat hissettiğim bir ev oldu, o da Hisar'da bahçeli, altında sarnıcı olan iki katlı bir evdi. Ama oradan da iki yıl sonra ayrılmak zorunda kaldım. Satın aldığım bir ev oldu, ama onu da annesinden ayrıldıktan sonra oğluma bıraktım. Dolayısıyla, evim yok benim. Köyde, çok sevdiğim aileden kalma bir ev var, orası da yavaş yavaş çöküyor.
Çocukluğumdan bu yana hep koruduğum, kendini tekrar eden bir rüyam var, o da kendi evini yapmak. Elbette yardım da alacağım, ama taşını toprağını taşıyacağım, tasarımını yapacağım, benim diyebileceğim, yalnızca bana uygun bir ev. İhsan (Bilgin) ile de paylaşmıştım bunu ve "Bunda bir iş var, sen bana çiz gönder bir bakalım" demişti, icazet aldım yani. Ortasında büyük bir ocak olan, iki katlı, yarım daire cepheli, üst katlarında odalar, altta ise tam ortasında bir sütun ve şömine olan bir ‘hayat salonu'na sahip, kolay ısınan, büyük bir pencere cephesi, büyük bir mahzeni olan orman içerisinde bir ev.