Türk sinemasının mekanı, mekanın Türk sineması ya da yazı tahtası olarak mekan

06 Şubat 2008

Yeşilçam'dan günümüz sinemacılarına nasıl bir mekansallık mirası kaldı?

İtiraf etmek gerekirse, Türk sinemasında ‘mekan' diye bir şey yok. Nerdeyse mekan ile ilgili bir şey çekilmemeye çalışılmış. Elbette çevre, etraf ile ilgili filmler var; ama şimdiye kadar çekilen 8000 filmin ancak yüzde 10'u belki de. Bir filmi ‘iyi' yapan unsurlar, oyuncunun, kameranın mekan ile kurduğu ilişki, mekanın aynı zamanda anlatıcı bir unsur olarak kullanılmasıdır. Fakat Türk sineması, genellikle hangi mekanı kullandığını önemsemeyen filmlerle dolu. Dolayısıyla biz genellikle arkada bir sakalet, önde de sevdiğimiz bir oyuncunun yüzünü görüyoruz ve ona bakarak idare ediyoruz. Ancak tarihi filmler için, hatta bir tarih parodisi olarak değerlendirilebilecek olanlar için bile mekansallık gerekmiş. O duyguyu vermek için mekan aranmış, bir tasarım yapılmış. Ama bu da en az para ve çaba gerektirecek şekilde. Ama ‘iyi' olarak nitelendirilebilecek filmlerde ‘mekan'ın önem kazandığını görüyoruz. Örneğin Metin Erksan filmleri. Onun bir tren istasyonunu, bir doğa parçasını, ‘zengin' bir adamın ofisini, evini kullanışında bile, öyküyü anlattığını görürüz. Örneğin duvarlar, karakterin kötülüklerini vurgulamak için sanki üstümüze üstümüze gelirler.

 

Yeşilçam ve bugünkü sinemacılar arasında büyük bir kopukluk olduğunu söyleyebiliriz. Bu, 20 net yıllık, neredeyse bir nesillik bir fark. Aklın biran için tutukluk yaşadığı bir yokluk yaşadık. Entelektüel anlamda bir kopukluk oldu; nesil, ilgi alanları, politik görüşler değişti. Bundan 20 yıl öncesinin Türkiye'si ile Dünya'yı karşılaştırırsanız, teknolojik anlamda da büyük bir uçurum çıkıyor karşınıza. Bugün o uçurum yok. Demek ki o zamanın sinemacıları kendi dönemlerinin hiçbir aracını doğru düzgün kullanmamışlar. Yeşilçam, zenaatine karşı gösterdiği müthiş ilgisizlik nedeniyle çöktü.

Bizim jenerasyonumuzda ise mekan çok önem kazandı. Bence mekan ve diğer birçok sinematografik anlatıcı öğenin gelişmesi, özellikle reklam filmleriyle birlikte başladı. Çok para harcandığı, çok eğitimli bir kadro oluştuğu ve dünya modası çok yakından izlendiği için birçok sinematografik araç değer kazandı ve uygulandı. Mekan da bunlardan biri oldu. Reklam filmlerinde işin ilk büyük adımı, doğru ışıkla doğru mekanı bulmak ve dekoru hazırlamak. Üç boyutlu modelleme gibi bugün mimarların kullandığı pekçok sistem, Türkiye'de neredeyse mimarlardan önce reklamcılar arasında denenmeye başlandı. Bunlar,  modeli, yerleştireceğimiz doğa içerisindeki ışığa, rüzgara göre konumlandırmak; dolayısıyla sete gittiğimiz zaman düşündüğümüz saatte düşündüğümüz ışığın düşündüğümüz duvara  vurmasını sağlamak gibi ince çalışmalardı. Sektörde çalışan grafikerlerin, yapım tasarımcılarının büyük bir çoğunluğu ya mimarlıktan ya da iç mimarlıktan geldi. Onlar, kazandıkları paralarla hızla ellerindeki tasarım araçlarını yenilediler. Son 10 yılın Türkiye sinemasında bulunan araçlar ve zihniyet, Batılı ülkelerdekinin bir modelidir. Kendini bu anlamda yetiştirmiş insanların sayısı azdır, ama hızla arttığını söyleyebiliriz.

Hem reklam hem de sinema sektörlerini deneyimlemiş biri olarak, mekan görüsü ve bunun pratiğe yansıması anlamında bir farklılık buluyor musunuz?

 

Reklam yoluyla yapılan pazarlama iletişimi, prensip olarak ideolojiktir. Çünkü, varolanı değiştirmeyi değil, varolana özendirmeyi, onu pazarlamayı hedefler. İdealize edilmiş bir yaşantı görürüz. Gerçeğine baktığımızda ne o aile, ne de o bina öyledir. Binanın etrafında gecekondu mahalleleri vardır ama açılar öyle bir seçilmiştir ki peyzajda yemyeşil bir görüntü olur. Sinemada ise işe dramaturji, yani bir yorum karışıyor. Yönetmenin tavrı çok ideolojik olabileceği gibi, mevcut ideolojileri kırmaya dönük de olabilir. Bu, biraz yapanın karakteri ile ilgili, ama reklamda böyle değildir. Reklam, yapanın karakterinden bağımsızdır, yedi kocalı bir üründür. Dolayısıyla reklamlar prensip olarak güzel, estetik, manalı ama asla gerçek olmayan bir dünya anlatırlar.

 

Bu, sinemada mekanı gerçek göstermek için, reklam filmlerinde ise gerçek olanı idealize etmek için bir çaba şeklinde de yorumlanabilir mi?

 

Sinema, mekanın gerçeğini anlatır; reklam filmi özenilecek olanı anlatır diyebiliriz. Birisi (reklam) gerçeği sınırlandırırken, diğeri (sinema) gerçeği açıyor. Reklam filmlerinde gördüğümüz herşey, ürünün satılması için araçsallaştırılmıştır.

 

İstanbul'un mimari dokusu genel bir mutsuzluk kaynağı. Siz bir sinemacı, içinde yaşayan biri olarak nasıl görüyorsunuz İstanbul'u?      

 

Kent, çok çalışan sinemacılar için görsel anlamda üzerine mimarlardan daha fazla kafa yordukları bir alan. Biz şehri havadan, karadan, denizden tarıyoruz. Her mimarın böyle bir olanağı yok. Ben, İstanbul üzerinde bu 18 yıl içerisinde en az 200 kez uçmuşumdur. Bu uçuşlar hem çok yüksekten, hem de oldukça alçaktan, helikopter-kamerayla yapıldı. Biz şehre, mümkün olan neredeyse her yerden, her açıdan baktık. Diyelim ki bir filmde 10 plan kullanıyorsunuz, bu 10 açı anlamına geliyor. Ekiplerimiz, o 10 açıyı bulmak için 100 açı getiriyorlar. Oradaki tartışmaları bir mimarın da görmesini isterdim. Bana öyle geliyor ki bir mimar gözüyle bu araştırma yapılmış olsaydı, hem şehri affetmemiz, hem de yeni bir planlama yapmamız mümkün olabilirdi. Gerek yerli gerekse yabancı sinemacıların kafalarında yarattıkları bir İstanbul hayali, onu görmek istediği bir açı var ama gittiğinizde onu bulamıyorsunuz. İçinde olmaması gereken bir şeyler var. Gereksiz ve belki de zamanında geçici olarak yapılmış birçok yapı. Bazen onların olması öykü anlamında cazip bir unsur olabiliyor, ama çoğunlukla açınızı değiştirmek zorunda kalıyorsunuz.

 

Mimarlık, hep insan odaklı düşünülmesine rağmen, örneğin mimarlık fotoğrafçılığına baktığınızda insanı görmüyorsunuz. Yapı (lar) başka bir deneyim, hatta biraz da ikonografik bir obje olarak çıkıyor karşınıza. Bunu, sinemanın mekan algısıyla karşılaştırabilir misiniz?

 

Bununla ilgili çok ilginç bir örnek var: True Lies. Filmin çok uzun bir bölümü bir binada geçiyor ve film, o binanın bütün özelliklerini gözümüze soka soka kullanıyor. Örneğin, yapının dışında camlı bir asansör var ve atlı bir adam yukarı çıkıyor. Hem içerisini, hem de dışarıyı görüyoruz. Adam en üst kata çıkıyor ve camları kırıyor, yani mekanı deşiyor. Mekan, orada onu sınırlıyor ve o bu sınırı binayı deşerek aşıyor. O mekanı kullanılmaması gerektiği şekilde kullanıyor. Dolayısıyla filmler, mekanın bütün özelliklerinin bir kez daha gözden geçirildiği bir operasyon aslında. Bu, o binayı yapan için de böyle. Bu filmi görse ya dehşete düşer, ya ne yaptığını daha iyi anlar, ya da çok doğru bir iş yaptığına ikna olur.

 


Laf lafı açarsa...
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :