Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?

06 Şubat 2008

'Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?'de sil baştan bir mekan yaratıyorsunuz. Tarihi, bir mekan olarak yeniden üretmek hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

'Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?'de politik bir öykü anlatmaya soyunduk. Film, kimlik kavramına ‘bir de böyle bakın' önermesini taşıyor. Bu da mekanla çok ilişkili. Bir mimarın kafasının nasıl çalıştığı konusunda çok fazla tecrübeli değilim, ama tahmin edebiliyorum. Prensip olarak bir mimar, bir yapı tasarlayacağı zaman işlevi, bölgenin yapısını ve olası geleceğini düşünür, bunları birleştirir. Sonrasında da kendini düşünür, neyi sevdiğini, projeye kendini ne kadar katacağını. Giderek bu öznellik azalıyor, ancak çok şanslı mimarlar bunu yapabilecek alan bulabiliyorlar.

 

Biz, çok az mimarın yaptığını düşündüğüm bir şey yaptık, sadece işlev üzerine yoğunlaşmadık. Meseleye son derece politik bir yerden baktık. Anlaşılabilir, inandırıcı olmak bizim için önemliydi. Bu bütün, içindeki insanıyla, işleviyle ve fiziki yapısıyla sahici görünmeliydi. Aslında gerçekten o zamanlarda yaşasaydık bugün için anlaşılmaz olacak yapılar ve işlevler olabilir, bunu bilemiyoruz. Dolayısıyla bugünden bakınca anlaşılabilecek, bir takım modern unsurlar kattık. Seyircinin anlayabilmesi için bir dil oluşturduk.

 

Anadolu ortaçağı, Anadolu'nun hakkında en az bilgi olan dönemlerinden biri. İktidar mücadeleleri, savaşlar nedeniyle tarih yazımında müthiş bir zayıflık var. Resmi tarih var ama o da yeterli değil, hep geri dönerek yazılmış. Biz, bulunmuş bir takıdan, isimlere, kullanılan alfabenin garipliğinden, göçerlerin yaşamlarına ve dini özelliklere kadar birçok parçayı birleştirerek ‘burada ancak şöyle yaşanılmış olabilirdi' demeye çalıştık. Binaların hepsini de buna göre kurduk.

 

Bursa, 4 yıl önce fethedilmiş bir Roma şehri. Göçmenler, bir Doğu Roma İmparatorluğu şehrindeler yani. Cami de var, ama çok büyük olasılıkla kilise ondan daha büyük. Hatta cami yok ki, biz onun yapılış öyküsünü anlatıyoruz. Çok doğal olarak kilise ile cami yanyana duruyor. Türkler orayı fethetmiş, ama hıristiyanlar çoğunlukta. Dolayısıyla bunlar, İslam ile karşılaşan hıristiyanların binaları ve giysileri olmalıydı. Dinini terk edenler ve sahip çıkanlar arasında mekansal farklılıklar olmalıydı. Orada barışı sağlayan ticaret, ortak çıkarlar. O halde, çarşıların ve tüccarların evlerinin zenginliği, mistisizmi (ahiler) gösterilmeliydi. Bu nedenle hem ticari, hem de mistik yapılar ve aksesuarlar tasarlamamız gerekti. Öykü, zaten bir inşaat sürecini anlatıyordu. O caminin taşları ile eski Tekfur Sarayı'nın yani Orhan Bey'in ilk geldiği Bizans Sarayı'nın taşlarının aynı olmasını, hatta aralarında Roma döneminden parçalar taşımasını arzu ettik. Orhan Camii'nin bütün mimarisini inceledik, onun yapım aşamasını hayal etmeye çalıştık, yapı malzemeleri tasarladık. Nasıl bir vinç olmalıydı, nasıl bir iskele kurulmalıydı? Örneğin filmde hiç çivi görünmüyor, çünkü çivilerin üzerini ahşap tıpalarla kapattık. Manyak gibi bu tür detaylarla uğraştık. Ama o kadar eğlenceli ki bu detaylarla uğraşmak, bir tasarımcı için bunlarla uğraşmamak mümkün değil. Bu işimize de yaradı.

 

 

Öncelikle yeri bulduk. Eski Bursa şehrini düşündük ve etrafı ağaçlık, açık bir alan üzerinde karar kıldık. İstediğimiz gibi derin bir yamaçta çalışmadık, ama bilgisayar yardımıyla genel planlarda onu yükselttik. Sokaklara düşen güneş ışığı işimizi kolaylaştırmalıydı. Mümkün olduğunca hiç ışık kullanmadan, ya güneş ve ay ışığını taklit ettik ya da geceleri ateş yaktık. Bütün seti kandil yağı kullanarak aydınlattık.

 

Tasarımı yaptık, seti kurduk, sokakların açıları gün batımına ve gün doğumuna göre ayarlandı. Çarşıda çok sahne geçtiği için, gökyüzünün görünmesini istemedik; üzerini ipek bir perde ile örttük. Ama pekçok şeyi de setleri kurduktan sonra keşfettik. Örneğin benim mekan ve insan ilişkisini çok iyi anlamama neden olan bir macera oldu. Seti kurduktan sonra, yerlerin hepsini o bölgeden çıkan kömür yataklarının kayrak taşına benzeyen çamur seviyesinde bir taş tipiyle döşedik. Bütün ekip, çekimden 2 – 3 gün önce setteydi. Oyuncular, genel bir prova için giyindiler ve "Hadi bir Bursa'nın meydanına çıkalım" dedim. Bütün oyuncular, ne yapacakları, nerede nasıl duracakları konusunda çok bilgisizdiler. Kimileri dans etmeye başladı, kimileri duvarın yanında durması gerektiği gibi durmaya çalıştı...

 

Sokakta hayvanlar da olmalı diye düşündük ama meydanda durması gereken hayvanlar kubbe altı gibi çukur bir yerde toplandılar. Üçü yaptığımız çeşmenin yanına gitti, biri de saman balyalarının yanında geviş getirmeye başladı. Yaptığımız provalarda farkettik ki, duvarlarda is yok. Ateşle aydınlanan şehri ateşle aydınlanıyormuş havasına sokmaya çalıştık, yeni dokular ekledik. Çarşı sokağından insanlarla birlikte atların da geçmesi gerektiğini gördük. Çeşitli oryantalist tablolardan ve gravürlerden yola çıkarak, kepenklerin nasıl olması gerektiğini bulmaya çalıştık. Aslında icat yapmış olduk.

 

 

Mekan, hareketle daha farklı deneyimlenebiliyor değil mi? Bu, sinemayla da çok örtüşüyor.

 

Aslında biz, şüphesiz mimariye de ilham vermiş bir şeyi yeniden keşfettik. O da tamamlanmış bir bina kadar kötü bir şeyin olamayacağı. Şehri yaptık, ama bitmiş olmadı o şehir. İnsanlar girince tamamlayabildik. Yeni kapılar açmak, yeni gölgelikler yapmak zorunda kaldık örneğin. O yol çok kirlendiği için çamurdan vazgeçtik ve taş döşedik. Araba gitmediği için tekerlerini değiştirdik. Arabaların durması için ayırdığımız yer, bir şekilde olmadı ve başka bir yer ayarlamak zorunda kaldık. Aslında keşke binalar tamamlanmasa, tamamlanma sürecine içindeki yaşantı da eklenebilse.

 

Ortaçağ Anadolu'suna karşı özel bir ilginizin olduğu açık. Anadolu Ortaçağı sizin için neden bu kadar çekici?

 

Evet bir ilgi var. Ama esas olarak son derece politik hedeflerim var, siyasi değil. Bunlar, aslında ‘bugün' ile ilgili filmler. Burası, belki de 200 yıldır kimlik karmaşası yaşayan bir ülke. Bu, herkes için geçerli. ‘Ben kimim?' diyen herkes, mutlaka ‘ben kimdim?' ile başlıyor. Bugünün problemlerinin hepsinin nüvelerinin atıldığı bir dönem olduğunu düşünüyorum ve bunu düşünen sadece ben değilim. Benim de ilham aldığım isimler var. Dolayısıyla o dönem, hem Cumhuriyet Türkiyesi'ni hem de Osmanlı'yı anlamak için ilham verecek çekirdekleri, mikro kozmosları taşıyan bir dönem. Gerilimli ve karanlık dönemler, aynı zamanda ilhamla dolu eserlerin ve olayların da ortaya çıktığı dönemler de olabiliyor.

 

Geçmiş bir zaman diliminde, başka türlü pratik edilmiş bir yaşamı mekanı ile birlikte yeniden deneyimlemeye çalışmak ne gibi potansiyeller taşıyabilir? Sinema bu anlamda neler sunabilir?

 

Valla bu tür bir bilgiyi sinema dışında bir kaynaktan elde etmek neredeyse mümkün değil. Ben örneğin Topkapı Sarayı'nın Harem'i hakkında bir proje yapmak istiyorum. Harem'in görselliği, bizim için oryantalist tablolarla ve oranın birkaç resmiyle oluşmuş çok sınırlı bir görsellik. Çoğunlukla seks ile ilgili bir şey ilham ediyor, ama aslında hiç de öyle değil. Cinsiyetin ana motif olduğu bir mekan Harem, ama bundan ibaret değil. Çünkü orada zaman içerisinde katmerlenerek oluşmuş başka cemaatler var. Hala, orada olmasına rağmen nasıl yaşandığını çözemiyoruz. İşte sinema oraya yaşantıyı sokuyor. Dünyanın her yerinde tarih kitaplardan değil, sinemadan, tiyatrodan ya da edebiyattan öğreniliyor. Çünkü öbürü elit bir bilgi; ya bir tarihçi olmalısınız, ya da tarihe meraklı biri olmalı ve o konuyu okumalısınız. Harem'de sosyal ilişkiler ağını, günlük pratiği görmeden, oranın gerçekten nasıl olduğunu tahayyül etmeye olanak yok.

 

 

Dünya sinemasında bu anlamda farklı disiplinlerin işbirliği ile kotarılmış çok sayıda örnek var. Ancak bizde birkaç örnek dışında (Ulak geliyor akla son zamanlarda) bunu henüz görmüyoruz. Bizde de bu işbirliğini beklemek için erken mi?

 

Hayır, bu bir niyet meselesi. Bir de ekibin kalitesi arttıkça, projenin bütçesi yükseliyor. Bunun sebebi onların aldıkları ücret değil, kimi zaman herkes o kadar severek çalışır ki ücret hiç sorun olmaz. Dünyanın en ünlü mimarını getirin, çok sevdiği bir sinema projesini hiç para almadan yapabilir. Ama onun katkıda bulunacak tasarımı yapabilmesi için eline vermen gereken araçların sayısı ve kalitesi, insan malzemesinin kalitesi artıyor. Kalite ile doğru orantılı olarak bütçeniz de büyümeli. Yoksa bu kalitede çalışabilecek insanlar var Türkiye'de. Ben, bu kombinasyonu bir deneme ile elde edebildim. Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü, daha önce yapılmamış birşeydi. Batmayı göze alarak, olması gerekene çok yakın çalıştık. Disiplinler arası bir işbirliği oldu. Müziğinden mimarisine, tasarımından tarih okumasına kadar birçok yer yüzü bilgisi biraraya geldi. Filmin DVD'sine eklediğimiz 'kamera arkası'nda göreceksiniz, röportaj yapılan herkes kendi işiyle ilgili son derece entelektüel bir çaba göstermiş. Konuyu anlamış, yorumlamış ve kararlar vermiş, kendi mesleği ile ilgili adımlar atmış. Ben, böyle derin bir entelektüel çabaya girdiklerinin, birçok meseleyi benden daha iyi bildiklerinin ve kendilerinin bir hikaye anlatmaya başladıklarının sonradan farkına vardım.

 

Tasarım gerektiren, bilim kurgu ya da fantastik diye nitelendirebileceğimiz ve uluslararası üne sahip birçok filmde, en derin ve sofistike mimari teorilerin yansımalarını görüyoruz. Bir mimar, üç boyutlu bir tasarım yapıp, müşterisine sadece onu göstermekle yetinebilir. Burada öyle değil ama. Hem tasarım yapılıyor, hem de toplumsal bir işlevin içine oturtuluyor ve ona göre yeniden modelleniyor. Yani bir mimarinin olası sonuçlarından birini görüyorsunuz.

 

 

Burada ideolojik bir yaklaşımı da unutmamak gerek değil mi?

 

Elbette. İdeoloji, dramaturjinin en önemli unsurlarından biridir. Ben fütüristik bir şehir yapacağım dediğiniz zaman politik bir karar vermek zorundasınız. Gotham City (Batman) kötülük dolu bir yer olmalı: Aşırı kapitalist, vahşi ve karanlık. O binalar ve meydanlar, size hep o aurayı, fikri ilham ediyor. Dolayısıyla bir ütopyanın (dis-ütopyanın) yansımalarını gösteriyorsunuz. Böyle filmlerde, mekan asıl yazı tahtası.


Laf lafı açarsa...
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :