Kendi büronuzu açmaya karar verdiğinizde, yapılanma, örgütlenme anlamında kendinize örnek alabileceğiniz bir model var mıydı?
Bizden önce ünlü İMA bürosu vardı. Abdurrahman Hancı, Maruf Önal, Raci Birol, Turgut Cansever gibi isimlerden oluşan İMA, bir ara 8 ortağa kadar çıktı. Büroları, bugün Galatasaray'da Yapı Kredi bloğunun olduğu yerdeki bir iş hanının üst katındaydı. O büro, profesyonel anlamda Türkiye'deki mimarlık bürolarının öncüsüdür. 1954 - 55 yılları, onların zirve zamanlarıydı.
İMA'dan sonra yaşayan en devamlı büro olarak biz kaldık. Aynı yıllarda, Haluk Baysal ile Melih Birsel' in kurdukları bir büro vardı. Bir üçüncüsü de, soyadını hatırlayamıyorum, Kadir Bey'in bürosu olmalı. Bunun dışında İzmir'de küçük çapta birkaç büro vardı. Bunlar, bizim için büronun yaşatılabileceğine dair örneklerdi. Yoksa Emin Onat, Sedat Bey gibi büyük hocalar, üniversitede kürsülerinde kurarlardı bürolarını. Adalet Sarayı'nı Taşkışla'da çizdiler..
Site Mimarlık nasıl ortaya çıktı?
Askerlikten sonra, Sami Sisa ile orada başlayan arkadaşlığımız, kurduğumuz küçük büro ile devam etti: Site Mimarlık. Adı, Sisa ve Tekeli' den geliyordu ve mimariye de uyuyor gibiydi. Başlangıçta sadece yaşlı bir inşaat mühendisi birtakım çizim işleri getiriyordu. Büro, iki odalı bir yerdi, arka odasında da ben kalıyordum. Sami'nin evinden bir yemek masası ve birkaç sandalye getirdik. Üç taksitle ödemek üzere bir daktilo aldık. Taksit gelince ne yapacağız diye düşünürdük, böyle sıkıntılı bir dönemdi.
Hiçbir özel iş için kimse kapımızı çalmadı. Yapacak bir şey olmayınca, yarışmalara girmeye başladık. Yarışma dönemimiz 10 yıl sürdü, yaklaşık 65 yarışmaya katıldık. Bu yarışmaların, yaklaşık 20'si birincilik olmak üzere, hepsinde derece aldık. Boş çıktığımız hiç olmadı, ama hep gece gündüz çalıştık. Birincilik kazandıklarımız bize iş olarak döndükleri için biraz rahatladık. Bunların arasında İMÇ, Ankara'da şimdiki Ata Yurdu, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu, Adıyaman ve Çankırı Hükümet Konakları var.
Bu arada, bizden bir yıl sonra mezun olan Metin Hepgüler, bizimle ortak olmak istedi. Bir yıl süren ısrarı sonucunda, küçük bir yarışmada (Konya Belediye Binası) deneyelim dedik. O yarışmada da birinci olunca, Metin ile ortaklık kaçınılmaz oldu. Ortaklığımız, 1957 yılından 1961'e kadar sürdü. O, 1961'de İsviçre'ye gitmeye karar verdi, 1965'de de döndü. Bu süre içinde ortaklığımız, hem ismen hem de madden sürdü.
1965'de Sami Sisa ile birlikte yeniden bir büro kurduk ve sıfırdan işe başladık. O, bizim için bir kırılma noktası oldu. Bu arada ilk özel işimiz de geldi: Chrysler Kamyon Fabrikası. Firmanın İsviçre'deki Avrupa merkezinden mühendisler gelmişler, Türkiye'de mimarlık bürosu arıyorlar. Mimarlar Odası'na başvurmuşlar ve İstanbul'da 61 büro ismi tespit etmişler. Bu 61 adrese teker teker gitmişler ve içlerinden büro olarak nitelendirilebilecek sekiz isim belirlemişler.
Belirlenen diğer büroların isimleri nelerdi?
Hatırladığım, Melih Birsel ve Haluk Baysal, Enver Tokay, İMA. Bizim büro da 7 - 8 kişilik o zaman. Bu 8 bürodan fiyat aldılar, sonunda da en organize büro olduğumuz gerekçesiyle işi bize verdiler.
O yıllarda da Türkiye'ye yabancı yatırımlar gelmeye başlamıştı. Derken Northern Electric diye bir telefon fabrikası yapımı söz konusu oldu. Northern Electric Kanadalı bir firma ve önceki yapımızı görerek işi bize verdiler. Ondan sonra biz, uzunca zaman sanayi yapısı yapan mimar olduk. Az sayıda da olsa yarışmalara katıldık, ama artık yarışmaya girmeye ihtiyacımız yoktu. 1965 yılında Metin Hepgüler ile ortaklığımız bitene kadar Tünel'de, Hidivyal Palas'ın çatı katında kaldık. Oranın, Topkapı Sarayı'ndan Üsküdar'a kadar uzanan harikulade bir manzarası vardı.
Metin Hepgüler' den ayrıldıktan sonra, Talimhane'de bir büroya geçtik. Orada, toparlayıncaya kadar yaklaşık bir yıllık sıkıntılı bir dönem geçirdik. Sonrasında fabrika yapıları geldi. 1972 yılında Bursa'da Oyak Renault fabrikasını yaptık. 1974 - 75 yılında da Lassa Fabrikasını yaptık. Lassa, bir defada yapılmış, her yerinde prefabrik yapı elemanlarının kullanıldığı büyük bir yapıdır.
Her ne kadar sanayi yapılarını seviyorduysak ve her yeni yapıda daha ileri bir aşamada yapı teknolojisi planlamaya çalışıyorduysak da, başka yapılar da yapmak istiyorduk. Ankara'da şimdi Hazine Binası olan Halk Bankası binası için açılan sınırlı yarışmaya girdik ve kazandık. Antalya Havaalanı Dış Hatlar Terminali için açılan yarışmayı kazandık. İş Bankası için açılan sınırlı yarışmayı kazandık. Böylece, bu tür büyük yapılarla portföyümüz daha da çeşitlendi. Aşağı yukarı 2000 yılında Sami Bey'in vefatına kadar böyle geldik.
Tekeli-Sisa Mimarlık, şu anki omurgasına nasıl dönüştü? Sizin bu yapılanma içindeki rolünüz nedir?
Bildiğiniz gibi, Türkiye'de kurumlar yaşayamıyor. Büro olarak neredeyse 50 yıllık bir birikimimiz vardı: Kütüphanemiz, arşivimiz, referanslarımız. Ben de, "acaba kurumlaşabilir miyiz?" diye düşünüyordum. Sami Bey'in vefatı ile yalnız kaldığımda, oğlu da Paris'ten dönmüştü. Onu doğal bir ortak kabul ettim. Bizim büroda uzun yıllardır çalışmakta olan ve büro şefi niteliğini kazanmış bir arkadaşımızı ve Teknik Üniversite'de asistan olan bir akrabamı da alarak Tekeli Sisa Mimarlık Ortaklığı adıyla dörtlü bir yapı kurduk. Bu yapı umuyorum ki benden sonra da devam eder. Bu yedi yıl içerisinde, kendimi biraz geri çektim. Ama idari işlerde, müzakerelerde, büronun temsili ile ilgili işlerde, ben burada oldukça ister istemez ağırlığım oluyor.
Bu dörtlü yapı, büro yönetimini nasıl etkiledi? İş alım süreçlerine bir yansıması oldu mu? Radikal değişikliklerden bahsedebilir miyiz?
Ülkenin yaşadığı ekonomik krizler, askeri darbeler, işlerin durması, bizi çok fazla rahatsız etmedi. Kadro olarak büyümediğimiz, ortakların dışında daima 8 - 10 kişiyi geçmeyen bir büro olduğumuz ve elimizde o sıkıntılı dönemler için büyük işler olduğu için sıkıntı çekmeden yürüyebildik. Biz, ‘marketing' de yapmadık, öyle şeyleri bilmedik. Talepler arttığı zaman da işleri seçerek aldık, büyümeyi tercih etmedik. Çünkü bunun sıkıntılarını biliyorduk.
1958 –59 yıllarında Kemal Ahmet Aru, 6 arkadaşıyla birlikte (Hande Süher, Mehmet Ali Andan, Tekin Aydın, Altay Erol, Yalçın Emiroğlu) bir büro kurdular. Zannediyorum Beyoğlu'ndaki Baro Han'ın en üst katında, 30 küsur masalı muazzam bir büro. Güçlü bir takım oldukları için bütün yarışmaları kazanacaklarını umuyorlardı. Ama süreç bekledikleri gibi gelişmedi, 1.5 - 2 yıl içerisinde büroyu kapatmak zorunda kaldılar. O büroyu yaşatacak iş akımı olmadı. Bütün bunları gözlediğimiz için, büyümeyi yeğlemedik.
8 - 10 yıl önce, Teknik Üniversite'den sanıyorum Nur Esin Hanım, 'Türkiye'de mimarlık bürolarının yönetimi nasıl yapılıyor?' diye bir araştırma projesi almış. Bir Amerikan Üniversitesinden Türk bir öğretim üyesinin de katılımıyla, Ford Foundation'dan bir fon almışlar ve İstanbul'da büyük sayılan mimarlık büroları arasında bir araştırma yapıyorlar. 'Siz büroyu nasıl yönetiyorsunuz?' üzerinden uzun bir mülakat yaptık. Doğrusunu söylemek gerekirse, onlar soruncaya kadar nasıl yönettiğimizi bilmiyorduk. İş idaresi eğitimi almadık; akıl, sezgi, düşünce, deneyimlerimiz bize yol gösterdi. Onlara tasarımımızı nasıl yaptığımızı, nasıl iş dağıttığımızı vs anlattık. 'Ne kadar müşteriniz tekerrür eden müşteridir?' gibi sorular sordular. Bizim müşterilerimizin yüzde 60 - 70'i tekerrür eden müşteri. "O zaman müşterileri memnun ederek, bir şekilde kendi 'marketing' inizi yapıyorsunuz" dediler.
Başlangıçtaki büro algınız ile şu andaki arasında bir farklılık var mı? Şu an hayal ettiğiniz yerde misiniz?
Çok yakın diyebilirim. İMA'yı gördüğümüz zaman, işte hepsi meşgul 10 kadar masa, "Şöyle bir büromuz olmayacak, nasıl olsun" diye düşündüğümüzü hatırlıyorum. Hatta eskice bir bina da hayal ederdim, kaşesi olan bir bina. Beyoğlu'nda eskice, mermer sütunları olan şık bir binadaki Amerikan Kütüphanesi gibi… Öyle olmadı, ama bugün geldiğimiz nokta tatmin ediyor. Daha büyük bir büro ya da organizasyon hiç düşünmedim.
Yurtdışı ile kurduğunuz ilişkiler, iletişim olanaklarının çeşitlenmesi ve teknoloji mimarlığınızı, büro örgütlenmenizi nasıl etkiledi?
Güzel bir konu açtınız. 1963'teki Chrysler işinden bu yana bir takım yabancı yatırımcıların işlerini yapa geldiğimiz için, onların teknik büroları, mimarları ve kentleriyle de ilişki içinde olduk. Mesela 1967'de ilk kez Amerika'ya gittik ve oradan da Toronto'ya, Montreal'e geçtik Northern Electric'in fabrikalarını görmek üzere. Saarinen daha yeni ölmüştü ve büroda yerine Kevin Roche geçmişti. Türkiye'den Rum bir arkadaşımız da onunla birlikte çalışıyordu: Minas Yorganidis. Ondan, bize Roche'nin bürosunu göstermesini istedik. Kevin Roche da oradaydı ve kendisi bizimle birkaç saat bizzat ilgilendi. Büroyu, maket atölyesini gezdirdi, hayran kaldık. Onun, maketleri teşhir ettiği özel bir salonu vardı, müthiş bir şey. Emek Sineması'nın salonu büyüklüğünde bir salon, simsiyah gök perdeleri var, projektörlerle aydınlanıyor, maketler 130 cm kotunda tablalar üzerinde. O perdelerin önünde sanki güneş doğuyor ya da batıyor gibi oluyor maketlerin üzerine. Biz de, o sırada Beyoğlu'ndaki Pamukbank'ı yapıyoruz. Geldik, Pamukbank'ın onlar gibi 4 – 5 maketini yaptık. O zaman bizim Pamukbank'tan mimarisi, statiği, tesisatı, elektriği, mesleki kontrolü dahil aldığımız miktar 70 bin Lira. Neticede batıyorduk…
Sonra, Yamasaki'nin bürosunu görme şansımız oldu. O sıralar Dünya Ticaret Merkezi'ni yapıyordu.
Ayrıca, iki kez Ağa Han jürisinde yer aldım. Orada birçok önemli mimarla tanışma ve konuşma fırsatım oldu. Elbette bunların her biri insana yeni şeyler katıyor.
Büronun örgütlenişi, iş bölümü, süreç takibi gibi konularda farklı uygulamalarla karşılaştınız mı?
Büronun boyutuyla ilgili bir mesele var. Örneğin Kevin Roche'nin bürosunda yaklaşık 100 kişi çalışıyor. Bunların yaklaşık 50 kişisi tasarımda, diğer yarısı da uygulama projelerinde çalışıyor. Bu, müthiş bir ihtisaslaşma. Çünkü avan proje başka, uygulama projesi başka bir mesele. Bizde, o nevi bir iş bölümü olamadı. Tasarımı, genel olarak karşılıklı konuşarak Sami ile birlikte yaptık. Kendimize göre bir tasarım yöntemimiz var. Biz, yapıda geçecek hayatı tasarlıyoruz, onu senaryolaştırıyoruz. Mesela Halk Bankası Genel Müdürlük binasını tasarlarken, burada nasıl bir hayat olur, Atatürk Bulvarı'ndan o arsaya nasıl girmeli, binayı nasıl bulmalı, topografyasından ne çıkar uzun uzun tartışıldı. Bütün bu tartışmalardan ve skeçlerden sonra forma gideriz. Sonraki aşamada bu sağlam kurgu üzerinden formu zenginleştirmeye bakarız. Bugün de aynı şeyi yapıyoruz. Ben, daha çok konuyu neresinden ele alacağımıza, nasıl bakacağımıza dair bir yol açıyorum.
Hiç ayrı, profesyonel bir yönetim oluşturmayı düşündünüz mü?
Elbette düşündük, ancak bizim iş hacmimiz buna olanak vermiyor. Bunu, sezgisel bir şekilde kendimiz yapmaya çalışıyoruz. Örneğin PR... Biliyorum ki bazı arkadaşlarımız PR şirketleriyle çalışıyor. Frank Gehry, PR'cısına sormadan adım atmazmış. Biz, kendi kendimize yetmeye çalışıyoruz. Ancak, biz ilk kitabımızı çıkarmayı (1954 – 1974) zorunlu addettik. Bunu da pazarlama güdüsüyle yapmadık.
İşe alım sürecinde büronuzu nasıl ifade ediyorsunuz, karşı tarafın beklentileri ne oluyor? Süreç, yeni başlayanlar için nasıl gelişiyor?
Bizde çok sık eleman değişmiyor. İş görüşmelerinde bizim için önemli olan mesleki deneyimden çok uyum yeteneği, terbiye ve kültürel alt yapıdır. Bunlar da konuşarak anlaşılıyor. Ancak bazıları da şöyle gelebiliyor: "Siz Sabiha Gökçen Havaalanı'nı kazandınız, ben de çok istiyorum, onu birlikte yapalım". Bu şekilde gelenlerle çalışmıyoruz. Biz, kendimizi ifade etmekten ziyade, gelen arkadaşın kendini ifade etmesini istiyoruz. Uyum yeteneği varsa, mesleki yeteneği nasılsa gelişir diye düşünüyoruz. Mesela Norman Foster'in bürosunda 750 kişi çalışıyor ve birçok projeden şahsen haberi yok. Biz, o yetenekte eleman aramıyoruz. Bizim yaptıklarımız belli ve iş başvurusunda bulunanlar da bunu bilerek geliyorlar.
Bizde sanırım 500 kişi çalışmıştır. Biz bu 500 kişiden sadece ikisini işten çıkarmak zorunda kaldık. Ama evlilik, yurt dışına gitmek vs gerekçelerle ayrılanlar oluyor. Bu durumda yeni elemanlar alıyoruz. Onlar, işe başlıyorlar ve büroya intibak dönemleri oluyor. Onları, daha tecrübeliler ve çoğunlukla ben bizzat meşgul olarak yetiştiriyoruz. Son yıllarda, özellikle eğitimin farklı yollarda seyretmesi, özel bir deneyimleri yoksa yeni mezunların büro hayatına uyabilmelerini oldukça güçleştiriyor. Çok hayalci oluyorlar ve forma çok takılıyorlar. Onun için, bu arkadaşları yetiştirmek minimum bir yılımızı alıyor. Büromuzdaki acemi tayfası, yedi yıllık acemiler. Daha ustalar, 13 – 15 yıllık.