Foto: Tekeli-Sisa Mimarlık Ortaklığı Arşivi
Mimar bir babanın oğlu olarak kendinizi mimarlığın içinde bulmak zor olmamış olmalı.
Çocukluğumda tarihi köşklerin bahçelerindeki heykellere ilgi duyardım. Her gün, adeta saplantısal bir şekilde, annemden beni köşklere götürmesini ister, heykelleri karşılaştırırdım.
Babam eve düzenli olarak mimari yayınlar getirir, dergileri benimle beraber incelerdi. Ayrıca, akşamları salonda eskiz yaparken çizdiği alternatifleri bana gösterir, bunların arasında en güzelini seçmemi ve seçimimin nedenlerini açıklamamı isterdi. Kendimi bu şekilde mimarlığın içinde buldum.
Fransa'ya gitmeye nasıl karar verdiniz?
Fransızca'nın ikinci anadilim olduğu ve Saint –Joseph Lisesinde okuduğum için, kendimi Fransız kültürüne yakın hissediyordum. Ortaokuldayken, bir kez Paris'e gitmiş ve oranın büyüsüne kapılmıştım. Liseden sonra Fransa'da mimarlık okumak istiyordum. Ancak, ailem İsviçre'de Lausanne Polytechnique okulunda, görece muhafazakar bir çevrede, teknik ağırlıklı bir eğitim almamı istiyordu. Dolayısıyla, liseden sonra bir yıl Lausanne'da mimarlık ve mühendislik fakültelerinin ortak hazırlığı niteliğinde olan bir matematik sınıfında okudum. Orada başarılı olamayınca, İstanbul'a dönüp bir yıl İTÜ'de mimarlık okudum. Ancak, aklım İsviçre'de iken Paris'e gidip ziyaret ettiğim ESA (Ecole Spéciale d'Architecture)'da kalmıştı. 1989 yazında ESA'nın giriş sınavlarına hazırlayan bir atölyeye katılmak için Paris'e gittim. Daha sonra, ESA'nın giriş sınavını iyi bir derece ile kazanınca nihayet Paris'te okuma hayalim gerçekleşebildi.
Oradaki mimarlık ortamını sizin için daha cazip kılan etkenler nelerdi?
Paris'te olmak, bir anlamda sanatı ve mimarlığı solumakla eş anlamlıydı. Ayrıca, ESA'da okumak da ilginç bir deneyimdi. 19. yüzyılda Ecole des Beaux-Arts'ın kalıplaşmış akademik eğitimine bir alternatif oluşturmak için kurulan ESA,. Gustave Eiffel'in, Henri Prost'un, daha yakın dönemlerde ise Jean Nouvel'in, Bernard Tschumi'nin, Christian de Portzamparc'ın hocalık etmiş olduğu bir okul.
Binanın alt katları grafik ve iç mimarlık- endüstri tasarımı okullarına üst katları ise mimarlık okuluna ayrılmıştı. Diğer sanat dallarıyla iç içe idik. Mimarlık atölyeleri yaklaşık 15 kişilik küçük gruplardan oluştukları için hocalarla yakın temas olanakları vardı. Ayrıca, uluslar arası çapta ün yapmış mimarlar bir veya iki yıl ders vermek için davet edilirlerdi.
Okul sonrasında Fransa'da çeşitli büro deneyimleriniz oldu. Bu, Türkiye'deki iş yaşamınıza nasıl yansıdı?
Türkiye'de ve Fransa'da mimarlık yapmak adeta farklı meslekler gibi. Bu iki ülkenin geçmişlerinden gelen yapı kültürleri ve günümüzdeki gereksinimleri oldukça farklı. Fransa'nın geçmişten gelen nitelikli bir yaşam çevresi ve kent kültürü var. Orada mimarlık yapmak o mirasa bir şeyler eklemek şeklinde. Dolayısıyla mimari tasarım, kontekstin kültürü ile rafine bir diyalog gerektiriyor. Günümüzde ekoloji de bunun bu sürecin önemli bir verisi.
ESA'dan mezun olduktan sonra birçok büroda çalıştım. Roland Simounet'nin bürosunda Kuzey Afrika geleneğiyle yoğrulmuş, beyaz, şiirsel bir modern mimari ile tanıştım; şehirci- mimar Christian Devillers'in bürosunda Saint-Denis kentinin planlamasında çalıştım; cadde, sokak kesitlerinin nasıl yapıldığını, bina gabarilerinin nasıl belirlendiğini gördüm. Daha sonra Normandiya'da bir sınıf arkadaşımla birlikte büro kurduk: okulda ve bürolarda öğrendiklerimi uygulama fırsatı buldum. Paris'e geri döndüğümde Elizabeth de Portzamparc'ın bürosunda iç mimarlık ve endüstri tasarımı ile ilgilendim. Bordeaux kentinden geçecek tramvay hattının üzerindeki durakların ve kent mobilyalarının tasarımını konu alan yarışmada birinci olduk. Bordeaux'nun tarihi kent merkezinin estetiğine saygılı olup, çağımızın estetiğini yansıtan yalın kent mobilyaları tasarlamayı amaçladık. Ayrıca, Berlin'deki yeni Fransız başkonsolosluğunun iç mimarisi projesinde çalıştım. Berlin'deki Fransa başkonsolosluğu çağdaş Fransız sanatının aynası olacak şekilde tasarlanmıştı. Sanat eserlerinin bir kısmı, sanatçılar tarafından direkt olarak yerinde uygulanıyor, bir kısmı ise Paris Modern Sanat Müzesi koleksiyonlarından alınıyordu.Tasarım süreci boyunca önemli Fransız sanatçılarıyla çalışma fırsatım oldu.
Bu ilginç deneyimlerin, Türkiye'deki mimarlık yaşamıma dolaylı olarak yansıdığını düşünüyorum.
Fransa'da ve Türkiye'de mimarlık büroları kendilerini nasıl yapılandırıyorlar, bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
Fransa'daki bürolar, yapıları itibarıyla bizdeki bürolar gibi. Benim orada bulunduğum 1989-2000 yılları arasındaki dönemde Amerika'daki gibi büyük ölçekli kurumsallaşmış mimarlık büroları yoktu. Portzamparc, Nouvel gibi önemli bürolar yaklaşık 25-30 kişi çalıştırıyorlardı. Büro sahibi genellikle ana tasarımcı idi. Günümüzde Arte-Charpentier vb. daha büyük ve tasarımın anonimleştiği bürolar da var.
Kurumsallaşma, son yılların sihirli sözcüklerinden birisi. Aynı anlamları yüklediğimizi söylemek mümkün mü?
Bir mimarlık bürosunun kurumsallaşması varlığını kurucu veya kurucularından bağımsız olarak sürdürebilmesi ve oturmuş bir altyapıya sahip olması şeklinde tanımlanabilir. Sanayi devrimiyle başlayan ve çağımızda giderek artan teknik girdileri ve tasarım-inşaat süreçlerinin hızlanması ve spesyalizasyon kurumsallaşmayı getirmektedir.
Kurumsallaşmış büroların SOM (Skidmore, Owings, Merrill ), KPF (Kohn, Pedersen, Fox) gibi ilk örnekleri ABD'dedir. Kanımca, kurumsallaşma tasarımın anonimleşmesi olarak anlaşılmamalıdır. Örneğin, Gordon Bunshaft SOM'de ortak olmasının yanısıra ABD modern mimarlığında önemli bir simasıydı. Nitekim, kendisi 1988'te Pritzker ödülüne layık görülmüştür.
Türkiye'ye dönüş yaptıktan sonra bir süre yalnız çalıştınız. Bu, bilinçli bir karar mıydı?
Türkiye'ye dönüş yaptığım sıralarda Doğan Tekeli- Sami Sisa Mimarlık'a büronun işlerine oranla küçük sayılacak bir iş merkezi projesi geldi. Babam ve Doğan Bey, bu işi bana verdiler. Daha sonra küçük ölçekli başka işler de geldi. Babamın vefatına kadar yalnız çalıştım. Bu süreçte, babamın ve Doğan Bey'in desteklerinin çok önemli yeri vardır. Onların desteğiyle Türkiye'deki pratiğe adapte olurken mesleği adeta yeniden öğrendim.
Zira, Fransa'da içinde bulunduğum mimarlık pratiği bizdekine göre oldukça farklı idi. Orada birçok danışmandan yardım alırdık. Çoğu zaman belediyeler bile danışman gibi bize yardım ederlerdi. Danışmanlık bürolarının kanımca en faydalıları, ‘etüd büroları' denilen farklı disiplinlerden mühendislerin bir arada çalıştıkları şirketlerdi. Türkiye'de çoğunlukla bizim yaptığımız koordinasyon işini bu bürolar yaparlar. Bu da mimarın işinizi kolaylaştırır, onun tasarıma konsantre olmasını sağlar. Ayrıca cephe danışmanları var, cephe detayları tasarlayıp, imalata zemin hazırlıyorlar. Normandiya'daki büromuzda inşaat malzemesi satan bir şirketten bir showroom işi almıştık. Showroom'un kuzey cephesi doğal bir alana bakıyordu. Biz bu cephenin tümüyle doğaya açılmasını, doğayı yansıtmasını ve showroom'un barındıracağı malzemelerden yapılmışçasına birçok malzemeden oluşmasını amaçlamıştık. Ancak o zaman 25 yaşlarındaydık ve giydirme cephe detaylarını pek bilmiyorduk. Cephe danışmanı bir büro ile anlaştık ve onlar da bizim mimari beklentilerimizi gerçekleştirmemize yardımcı oldular. Daha sonra o showroom birçok dergide yayınlandı.
Yeni ortaklarla birlikte gelen yapılanma sürecinde deneyimleriniz ne ölçüde yardımcı oldu?
Yeni kurulan ortaklığın amacı mevcut yapıyı geleceğe taşımaktı. Mevcut yapı, ülkemizin zor şartlarında bugünlere gelebilmesini tecrübelerine borçlu idi. Dolayısıyla bu tecrübeleri yok sayıp yeni bir şey kurmak doğru olmazdı. Özellikle idari işlerde, müşteri ilişkileri anlamında kendimi o tecrübeyi edinmek konumunda gördüm. Benim katkım daha çok, tasarım aşamasında Fransa'daki deneyimlerimin getirdiği görece farklı yaklaşımlardı.
Hele Türkiye gibi öngörüde bulunmanın çok zor olduğu bir ülkede, değil mi?
Evet, bizde geleceği planlamak çok kolay değil. Belirsizlik, planlama olmamasından kaynaklanıyor. Planlama yapılanları meşrulaştırmak için yapılardan sonra geliyor. Sürekli değişen mevzii planlar ve yapılaşma koşulları var. Birçok mevzuat var (yangın yönetmeliği, İstanbul imar yönetmeliği, arsaya ait plan notları). Kimi zaman bunlar kendi aralarında çelişkili ve çoğunlukla da yoruma açık bölümler içeriyor. Bu belirsizlikler yerel yönetimlerle mal sahipleri arasında pazarlık konusu olabiliyor. Bu pazarlık süreçleri işlerin akışını ciddi şekilde etkileyebiliyor.
2001'de başlamış olup hala devam ettiğimiz bir işimiz var.. Arsanın bir kenarından yol geçirilip istimlak edilmiş. Toplam 4 adet ruhsat projesi hazırlanmış. Bu proje çok uç bir örnek ama genellikle tüm projelerimizde ruhsatla ilgili çalışmalar ve bürokrasi giderek karmaşıklaşıyor. Peki tüm bu mevzuatlar ve bu bürokrasi ahenkli ve sürdürülebilir kentler yaratılmasını sağlıyor mu?
İstanbulluların yüzde 70'i ruhsatsız konutlarda barınıyor. Fakat bu yapı stoğunu iyileştirmek için örnek olarak gösterilen toplu konut projeleri yanlışlığı kanıtlanmış bir anlayışın ürünleri. Avrupa'nın II. Dünya Savaşı'ndan sonra yaptığı hataları değişik bir şekilde tekrarlıyoruz. Kent bütünsel olarak planlanmadığı için, otoyolların arasında kalmış parsellerde üzerinde kendi içine dönük projeler yapılıyor. Batı dünyasının uzun zamandır vazgeçtiği zoning ilkeleri doğrultusunda iş alanları ile konut alanları birbirlerinden uzak yerlere yapılıyor. Bu da daha çok trafik demek oluyor.Sanırım bir çıkmaza doğru giden bir sistemin içindeyiz.
Büyük bir potansiyeli olan ülkemizde imar siyasetinin çağdaşlaştırılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Planlamadaki çok başlılık da önemli bir sorun değil mi?
Çok başlılıktan öte plansız gelişmeden söz edebiliriz. Planlama yapılmış olanları meşrulaştırmak için yapılardan sonra geliyor. Rant, çarpık yapılaşmanın suçlusu olarak gösteriliyor. Oysa, birtakım icraatların yapılabilmesi için rant gerekiyor. Bugün Paris'in başlıca simgelerinden olan Haussmann Bulvarlarını çevreleyen yapılar müteahhitler tarafından inşa edilmiş. Özel sermaye, iyi kanalize edilebilirse iyi sonuçlar getirebilir. Eğer rant getiren yapılar düzgün, planlanmış bir çevre içerisinde olursa, gelişime ciddi bir katkıları olur.
Bu belirsizlik ortamı mimarlık bürolarını nasıl etkiliyor?
Bu, bizi ayakta kalabilmek için cambazlık yapmaya itiyor. Birçok işi bir arada yürütmeyi öğreniyoruz.
Tekeli Sisa Mimarlık Bürosu'nda bir gün nasıl geçer?
Bizim büroda günler genelde çok hızlı geçiyor. Eşi benzeri zor bulunan, büroyu bildiğimden beri süregelen keyifli bir ortamda çalışıyoruz. Elle çizim yapıldığı yıllarda çalışmaların daha da keyifli , daha insani olduğunu, bilgisayarın ise birçok kolaylık getirmekle birlikte mimar ile çizim arasındaki ilişkiyi bir oranda mekanikleştirdiğini düşünüyorum.