© Marc Goodwin
UD: Fitaş Pasajı Yeniden İşlevlendirme projenizden bahsedelim. Neler yaptınız bu projede?
AD: Fitaş Pasajı da Beyoğlu, Taksim bölgesinde. Benim başlangıçtan beri ilk projelerim hep buralarda oldu. Beyoğlu çok ciddi bir dönüşüm geçirdi. Ama hep dönüşüm geçiren ve Türkiye'nin gidişatını da önden gördüğünüz bir yer diyebiliriz. Şu an neredeyse turistik bir tesise dönüşmüş görüntüsü var. İstiklal Caddesi'nde sadece zemin katların çalıştığı, üst katlara bazı fonksiyonların nüfus edemediği bir durum söz konusu. Bunun da altyapısında sadece bir cadde kurgusunun oturmuş olması; bu durumda da Fitaş Pasajı gibi birçok başka pasaj gibi aslında şehir hayatı için çok fazla katkısı olan özel yapıların eskisi kadar katkısı olamadığını görüyoruz. Çünkü bu turizm baskısı ile birlikte sadece yüzeyde görünen şeylerin satıldığı bir dünyaya döndü Beyoğlu, İstiklal Caddesi. Bir alışveriş düzlemine döndü. Halbuki farklı fonksiyonlar vardı.
Fitaş Pasajı da bu problemi yaşayan en tipik pasajlardan bir tanesi. Daha modern bir pasaj. Tarihi eser olmayan bir yapı olduğu için üzerinde değişiklikler yapılması daha kolaydı. Ama buna rağmen, bu dönüşümden dolayı üst kattaki sinema salonlarının çalışmadığı, çeşitli farklı fonksiyonların iyi bir şekilde bir araya gelemediği bir yapıya dönüşmüş durumdaydı. Tabi görüyoruz, yıllar içinde sinema salonlarını kaybetti Beyoğlu maalesef. Biz Fitaş Pasajı'nda bunu tersine çevirecek birşey yapabilir miyiz, onu düşündük. Yani bina Fitaş diye anılıyor ama geçmişte olan pasaj olgusunu geri getirmeye çalıştık. Böylelikle sokak katı bu kadar değerliyse, biz caddeyi, cadde hareketini binanın içerisinden geçirirsek bina hayata döner diye düşündük. Öyle de oldu. Bina farklı etaplarda renove olmaya devam ediyor. Biraz tek seferde yapılan bir renovasyon gibi değil de, önce cephesi ve giriş bölümüyle başladı; daha sonra konser alanıyla devam etti. Temel olarak içinden bir sokak geçirerek hareketlendirmeye çalıştığımız bir bina.
Burada tasarımcı Yetkin Başarır'la çalıştık. Birinci katta bir kamusal balkon alanı yarattık. Ne demek bu? Herkesin ziyaretine açık bir seyir terası yaratmak istedik binanın içinde. Geçmişte olmayan birşey. Bu da aslında caddeye çok ilginç bakış açıları veriyor. Hani hep zeminden algılıyoruz ya caddeyi. İlk defa böyle farklı bakış açısı veriyor. Böylelikle, meydan, Galatasaray Meydanı, Taksim Meydanı arasında böyle bazı görmediğiniz güzel açılar da görebiliyorsunuz. Bu tür bir dönüşüm oldu genel olarak.
Yapının içinde ise gece kulübünden tutun, YouTube stüdyolarına, oyun merkezine kadar daha yeni jenerasyona hitap eden fonksiyonların karmasını oluşturur olduk. Ve dönüşümü de devam ediyor.
UD: Yeni jenerasyon ilgi gösteriyor mu bu tarz yeniliklere?
AD: Bizim belli ezbere formatlarımız var; AVM, ofis binası gibi. Halbuki bunların arasında yüzlerce farklı özgün format oluşabilir. Bunlara yeni jenerasyon daha açık. Burada bu olmaz demek yerine iyi bir içerik varsa herkes geliyor. Biraz aslında kiralamaları yapan iş sahiplerinin de cazibesiyle oluşuyor buradaki dünya diyebiliriz.
UD: Bu proje ayrıca 18. Venedik Bienali ile paralel olan “the New Together” sergisine seçilmişti. Bu süreç nasıl gelişti?
AD: Evet, Venedik Bienali'nde yan etkinliklerden birisi olan "the New Together" sergisinde yer aldı. New Together, kamusal alana katkı koyan projelerden yapılmış bir seçkiydi. Dünyadan bir çok proje seçildi. Türkiye'de de Platform Dergisi'nin organizasyonu altında oldu. Daha önce dergide yayınlanan projelerden yola çıkarak yaptıkları bir seçkiydi. Biz zaten daha önceden derginin bazı sayılarında yer almıştık.
Orada Fuksas, Foster gibi çok nitelikli uluslararası ofislerle birarada sunumlarda bulunmak, interaksiyonda olmak da çok faydalı geldi. Böylelikle dünyada olup biten başka ölçeklerde şeyleri görmüş olduk.
Serginin bir ölçek ya da tipoloji kısıtlaması yoktu; daha kamusal alana yaptığı katkılarla ilgili bir birleştirici noktası vardı. Yani insanları bir araya getirme yeteneği ile ilgili bir arka plan... Bu anlamda kamusallık dünyanın farklı yerlerinde nasıl bir araya geliyor; onu da güncel projeler üzerinden görmek için bir fırsat oldu.
UD: Dünya ile Türkiye'nin bu konuda benzediği ayrıştığı yerler neler?
AD: Dünyanın her yerinde çok farklı şeyler var. Türkiye bu medyanın ortasında diyebiliriz. Avrupa'ya bakıp onu bir hareket noktası olarak görmek çok kolay ama tabi bir kolonyal tarihi gözönünde bulundurmadan da onu okumak çok yanlış yönlendirir bizi. Asya'da da tamamen başka bir kültür var. Tabii ki orada da çeşitli kamusal alanlar oluşturulmaya çalışılıyor ama benim gördüğüm kadarıyla Asya kültürlerinde iç-dış daha keskin ayrılıyor. Mesela Hollanda tarafına gittikçe iç-dış arasındaki ayrılıklar biraz daha ayrılıyor olabilir. Kamusallık anlamında da dışarıda olanın çok düzenli olduğu Asya kültürleri var. Ama bir taraftan da o kadar fonksiyonların iyi çalışmadığı durumlar da söz konusu.
Türkiye'de ise birarada olmayı çok seviyoruz biz. Hatta İlber Ortaylı'nın bir lafı var: "Bizden filozof çıkmaz; çünkü insanın oturup tek başına düşünecek zamanı olmaz." Hep böyle bir araya gelmeyi, konuşmayı, sohbet etmeyi çok severiz. Ne yaparsanız yapın Türkiye'de çok iyi kamusallıklar oluşuyor. İşte, Atatürk Kütüphanesi'ni kullanıma açıyorsunuz, insanlar, çocuklar önünde sıraya giriyor. AKM'yi açıyorsunuz, herkes orada zaman harcamaya başlıyor. Veya Moda İskelesi'ni kamuya açıyorsunuz, kullanılmaya başlıyor. Kamusal kullanımlara çok iy tepki veren bir sosyal yapımız var bence.
UD: Bir de Türkiye'de çok hızlı değişebiliyor; kamusal alanlar caddeler vs. Örneğin İstiklal Caddesi'nin 20 önceki haliyle arasında çok büyük fark var...
AD: Tabi şehri oluşturan şeylerin arkasında da regülasyonlar var, çok etkiliyor. İstiklal Caddesi gibi değerlerin çok sahip çıkılıp çok dikkatli bir şekilde korunması lazım. Oradaki demografinin, çeşitliliğin, geçmişteki müzik marketlerden entellektüel üretime çok ciddi sahip çıkılması gerekiyordu. Kültür-sanat ortamlarını koruyacak şekilde hareket edilmeliydi Beyoğlu'nda; çok önemli şeyler kaybediyoruz.
UD: “New Nature” fikriyle hayata geçirdiğiniz “Reflect Studio-New Nature" mağaza tasarımında sürdürülebilirlik ön planda. Neler yaptınız o projede?
AD: Reflect Studio, yeni ortaya çıkan bir mağaza. Biz de açıkçası çok AVM'lerde tasarım yapan, çevresiz tasarım yapan bir ofis değiliz. Ama burada sürdürülebilir marka olma vizyonu, sosyal değerlere önem veren bir marka olma vizyonu vardı. O noktada buluştuk ve onun üzerine çalışmaya başladık. Marka yeni ortaya çıkıyor; nereden yola çıkabiliriz diye düşündük. Doğayı ve sıfırdan başlangıcı düşününce, Darwin'in bir teorisi var, onunla karşılaştık ve ilgimizi çekti. Biraz onun üzerinden hayal ettik süreci diyebilirim. İlk canlının nasıl ortaya çıktığına dair bir teori.
Bu anlamda hikayesi bunun etrafında biçimlenmeye başladı. Mobilyaları, o hikayenin üzerinden dijital platformda belli algoritmalar üzerinden ortaya çıkarttık ve aynı formatta, aynı stratejide biçimlenen bazen bir masa oldu, bazen bir sergileme ünitesi oldu, bazen "maker table" dediğimiz insanların deneysel yerinde üretim yaptığı, satın alan kişinin yerinde modifiye edip tasarlayabildiği türde bazı şeylere dönüştü.
Bu süreçte hem tasarım, hem materyal anlamında öncelikle dayanıklı şeyler seçmeye çalıştık. Çünkü görüyoruz ki mağazacılık kültüründe en büyük problem çok kısa sürelerde birçok şeyin arıza vermesi ve tekrar tekrar değişmesi. Onun yerine çok daha uzun süreler geçerli olabilecek malzemeler kullandığımız zaman çok ciddi bir karbon emisyonu tasarrufu yapabiliyorsunuz. Buna çok dikkat ettik.
© Studio Majo
Daha önemlisi, ekibin atık malzemelerine baktık. Mesela paketleme ürünlerinin atıklarını alıp çeşitli reçinelerle birlikte onları bir raf ünitesine dönüştürdük; atık tekstillerini alıp onları oturma elemanlarına dönüştürdük. Daha narin kesitli malzemeler kullanarak ağır ve üretimi zor ahşap veya çelik mobilyalar üretmedik de, uçak kanadından esinlenerek daha ferah, daha hafif ve daha dayanıklı şeyler üretmeye çalıştık. Bu anlamda sürdürülebilirlik bizim için önemli bir hareket noktasıydı. Onu da önemli bir hedef olarak koyduk bu süreçte önümüze. Hatta eski metal ofis mobilyalarından parçalanıp zemin malzemesi olarak kullandığımız durumlar bile var.
Böylelikle birçok hem geri dönüşüm/ileri dönüşüm hem de dayanıklılık gibi birçok ilkesine dikkat ederek tasarladık.
Reflect Studio'nun süreçleri B Corp tarafından da denetleniyor. Bu yüzden karbon tasarrufunda sıradan bir mağazaya kıyasla yüzde 40-50 oranında tasarruflu olduğunu görüyoruz.
UD: YTÜ Teknoloji Geliştirme Ofisi Ecotone yine sürdürülebilir projelerinize bir örnek. Sürecinden bahseder misiniz?
AD: Orada temelsiz bir yapı yaptık. Altında mevcut yapıların da olduğu bir alanda yapıldı. O yüzden temelsiz bir yapı olması gerekiyordu; bu anlamda önemliydi. İkincisi, bence sürdürülebilirlik anlamında en önemli şey, yapı metrekaresinden, yapı alanından tasarruf etmek. Yapıyı, ihtiyacımız olan yapının bütün fonksiyonlarını sağlayacak şekilde ama açık alanlarını artırarak planladık. Böylelikle yüzde 20-30 mekan tasarrufu sağladık. Pandemi döneminde yaptığımız bir ofisti; toplantı alanları, buluşma alanları, lounge alanları gibi alanları açık alanlarda çözdük. Ve bunları hem güneşten hem yapmurdan korunaklı olacak şekilde, farklı iklimlerde de kullanılabilir bir şekilde planladık. Böylelikle yapı küçük bir izdüşümde olmasına rağmen çokça yan fonksiyona ev sahipliği yapan bir yapı oldu. Aynı zamanda iklimlendirme sistemleri için de VRF gibi sistemler değil de daha konvansiyonel, fan coil gibi sistemler kullanarak daha doğaya zarar vermeyen, gaz salımı yapmayan türde mekanik sistemler tercih ettik. Aynı zamanda gölgeleme, gölgeleme mesafeleri çok önemli; yani yapıları yaparken saçak hesaplarına çok dikkat ediyoruz. Bunlar sürdürülebilirlik adına önem verdiğimiz konulardı.