"Nerede mimarlık varsa orada öbekleniyoruz."

09 Ocak 2009



Ortada şirketleşmiş bir yapılanma olduğunda, insanları birbirine bağlayan daha maddi bir takım sorumluluklar oluyor. Dolayısıyla aradaki sürtüşmeler yine madden bertaraf ediliyor veya umursanmıyor. Sizde ise şu aşamada bundan söz etmek mümkün değil. Siz, bir araya gelmiş ve kendisi için çalışan bir topluluksunuz.

F.H: Gerçekten de öyle. Çünkü daha bir ay öncesine kadar maddi değer, tam anlamıyla ikinci plandaydı. Hatta şirket, bugüne kadar Orhan'ın şahıs firması üzerinden işliyordu – yani % 100 güven usulü. Ve gerçekten de burayı açarken "Aman büyük işler yapalım, kendimizi tanıtalım" diye yola çıkmadık. Tam tersine 30 metrekare yerde dört masa ve evden toplanmış bilgisayarlarla "En azından burada çalışalım" diye başladık. Böyle başladığı için de sizin söz ettiğiniz süreci geçirmedik ve dezavantajlarını hissetmedik. Bundan sonrası için de öyle bir bakış açısı oluşturmadık diyebilirim.

Peki bu piyasa şartlarını reddettiğiniz anlamına mı geliyor?

F.H: Biz piyasada çok öyle aman aman işler yapmıyoruz. Bu, "Biz yapmayalım" dediğimiz için de olmuyor. Önce her şeyi görüyor, her işi yapıyorsunuz çünkü ayakta durmanız lazım. Sonra yavaş yavaş çizginiz belirleniyor – bu bizde yarışmalar oldu. Bu noktadan sonra diğer işlere hem zaman kalmıyor hem de o ürünlerin geri dönüşleri sizi işten soğutuyor. Bir proje çiziyorsunuz, uygulanmasını istiyorsunuz, size saçma sapan önerilerle geliyorlar. Projenin kalbini yok edip kafalarına göre uygulamaya başlıyorlar. Ama gene de o sistemde bizim kurgumuzu yöneten isim Orhan.

Yani İkiartıbir Mimarlık'ın dışarıdaki ticari yüzü Orhan...

F.H: Deniz ile benim sürekli üniversitede çalışıyor olmamız, daha ziyade akşamları ve hafta sonları buraya gelmemize olanak tanıyor. Orhan ise tam anlamıyla bu sistemi işletiyor.

O.E: Bir de işin şu tarafı var: Hırs ve maddi kazanç kaygısıyla yapılan mimarlık bence kalıcı olamaz. Elbette para kazanırsınız, kariyer ve isim yapabilirsiniz. Ama geniş bir zaman dilimine baktığınızsa, kalıcı işlere imza atmış insanların hiç birinin mimarlıklarının önüne bir şey koymamış insanlar olduğunu görüyorsunuz. Bizim de bu gibi hırslarımız olmadığı için, nerede mimarlık varsa orada öbekleniyoruz. Şayet piyasanın şartları ile yarışabilecek bir yapımız olsaydı, belki baştan ayrılırdık.

F.H: Böyle konuşuyoruz da, çok sağlam maddi dayanaklarımız olduğu için bunları söylüyoruz zannedilmesin. Tam tersine, sıfırdan başlayarak bir yerlere geldik ve burayı ayakta tutmaya çalışıyoruz.

Fakat mimarlık, en nihayetinde bir üretim alanı ve onun ticari bir temelinin olmadığını söylemek mümkün gözükmüyor. İçerisinde çok sayıda faal aktör barındıran ve doğrudan iktidar mekanizmaları ile ilişkilendirilen bir disiplinin içinde, bu dinamiklerden uzun vadede uzak durmayı nasıl planlıyorsunuz?

O.E: Aslında tam tersine, uzak kalmayı planlamıyoruz. Özellikle sadece yarışmalar yoluyla ilerlenemeyeceğini biliyorum. Örneğin şu anda yarışmalarda epey bir tecrübemiz var, ama uygulanmış bir yapımız yok. Dolayısıyla piyasada bize – genç olmamızın da etkisiyle - tecrübesiz olarak bakıyorlar. Belki de yatırımcılar idealist yaklaşmaktan korkuyorlar. Ama şu önümüzdeki süreçte, ödül aldığımız yapılar inşa edilmeye başlandığında, sözünü ettiğiniz dünyadan da iş geleceğini düşünüyorum. Buna göre biz de yapılanmamızı değiştirebilir, bunu sağlayacak insanları bünyemize katabiliriz bence.

D.D: Bizim bugüne kadar ilerleyişimiz amatör bir ruh taşıyor. Mimarlık alanında çok profesyonel olduğumuzu söyleyemeyiz. İşin o noktaya gelebilmesi için zaten yarışmadan derece almanız yetmiyor; o projenin uygulanması gerekiyor ki, mimarlık alanında söyledikleriniz dergiden hayata geçsin. Bundan sonra da ben, sistem çarklarının içine o kadar hızlı girileceğini düşünmüyorum. Ancak "Aman bu gruba gidip bir iş yaptıralım" noktasına geldiğimizde iş, profesyonel bir kurguya bürünecek.

Peki pratik alanında bunca hedefiniz varken üniversitede doktora öğrencisi ve araştırma görevlisi olarak çalışmanız neden? a- Araştırmak, b- Doktor ünvanını almak, c- Şu anda düzenli bir gelir kapısına ihtiyacınız olduğu için?

D.D: Hiç biri diyebilir miyiz? (gülüyorlar)

F.H: Öncelikle kendimizi bilinen akademisyen olarak görmüyoruz. Bilinen akademisyen nedir? Derslere girer, not tutar, yirmi konu üzerine fikir yürütür ve bildiri yollar, hem taştan hem yalıtımdan hem merdivenden bahseder... Öyle bir yapımız yok! Nedeni de bu işi düzgün yapmak istememiz. Söyleyeceğimiz bir söz varsa onu düzgün söylemek istiyoruz ve buna zaman ayırıyoruz. Başka türlü olduğunda ise göz boyama ve puan alma şeklinde bir sürece giriyorsunuz. Doktora, hem elbette bir titr kazandırıyor size ama öncelikle besliyor; başka türlü besliyor. Biz birinci sınıftan son sınıfa uzanan bir skalada proje derslerine giriyoruz. Ve ben kendimi haftada sekiz saatte tazeleniyor görüyorum. Bu tazelenme ve üretme burada da işimize yarıyor, sürekli birbirimizi tashih ediyoruz. Belki de işlere hala amatör bakmamızın bir sebebi de bu... Ve benim için değerli. Ama retrospektifte doktoradan sonra akademisyenliğe devam demiyorum.

Böyle bir iddiam yok anlamında mı, yoksa hedef bu olmadığı için mi?

F.H: Aslında öyle bir hedefim yok. Ben bitirdikten sonra burada güçlenmek istiyorum. Ama belki ben ve Orhan burada olacağız ve Deniz devam edecek. Her halükarda itfaiyeden de belediyeden de kaçmıyoruz. Sadece onlarla başa çıkmak için daha fazla kola ihtiyacımız var. Şu andaki süreç beni madden olmasa da var olmak anlamında tatmin ediyor.

D.D: Ferhat'ın söylediklerine ben de genel olarak katılıyorum. Bu, yaptığımız işlerden de çıkıyor. Mesela okuldaki diğer araştırma görevlisi arkadaşlarımız her sene "kaç yayın, kaç bildiri" diye sayarlar. Biz ise geçiştiririz. Ben zaten mimarlığın, tasarım özelinde bir bilim olduğunu, ona bilimsel yaklaşılabileceğini düşünmüyorum. Sezgisel olduğunu düşünüyorum. Öte yandan araştırma görevlisi isminin de yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü buna imkan olmuyor. Haftada 16-20 saat derse girdiğinizde ya diğer işlerinizden feragat etmeyip öğrenciye doğru düzgün kritik vermezsiniz; ya da başka hiçbir şey yapamaz, tüm enerjinizi ona harcarsınız. Açıkçası benim hoşuma gidiyor ama şu süreçte bizi biraz baltalıyor da.

F.H: Öte yandan, dedik ya oradakiler ofiste işimize yarıyor diye; buradakiler de üniversitede değer katıyor. Mesela öğrenciler dışarıdan gelen hocalarla çalışmak isterler hep. Oradan başka bir şeyler kazanabileceklerine inanırlar. Bizi de görüyor, duyuyorlar; bu çatının altında biriktirdiklerimizden faydalanmak istiyorlar. Ve çok açık söyleyeyim, okuldaki öğrenciler Deniz ve benim proje grubumuzda yer almayı tercih ediyorlar.


Şimdi siz muhtemelen o iki model arasında bulunuyorsunuz.

F.H: Evet, aradayız ve onlara yeni bir model ürettik. Mesela hocalarının ödül alması onları mutlu ediyor. Sizi örnek alıyor, yarışmalara girmek için teşvik oluyorlar. Dolayısıyla sizi beslerken sizin de orayı beslediğinizi fark ediyorsunuz. Ama bir bakıyorsunuz: Yasak! Bizim araştırma görevlisi olarak bir büroda çalışmamız yasak. Bu da böyle bir çelişki.

Peki bu sistemin ne zaman ve nasıl değişebileceği konusunda bir fikriniz var mı?

D.D: Ancak profesör veya doçent olduğunuzda serbest bırakılıyorsunuz. Ama bu eski alışkanlıklara da ters. Mesela Mimar Sinan, Güzel Sanatlar Akademisi iken Sedad Hakkı Eldem'in bir bürosu olduğunu okuyoruz.

O.E: Mesela Louis Kahn da öyleymiş. Aslında böyle akademik ve pratik şeklinde bir ayrım yok.

D.D: Göz ardı edilen de bu! Mimarlık pratiğinin uygulama ile desteklenmesi gerekiyor. Dolayısıyla yalnızca yazarak çizerek mimarlık olmuyor. Bu tabii elbette benim fikrim. Ama bina inşa edemiyorsanız, mimarlık yapamıyorsunuz demektir. Mimarlık pratiğinde uygulama mutlaka olmalı.


İkiartıbir'in Kısa Hikayesi
Taze Bir Mimarlık Girişiminin Dinamikleri
İkiartıbir İle Yarışmalar Kurumu Üzerine
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :