Yarışmalara hazırlanıp, hocaların sevdiği tabirle "uçabilmenin" keyfine vardıktan sonra, tabiri caizse "ayaklarınızın yere basması" ve kısıtlarla kalıplarla karşılaşmanın mimarlığınızı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
O.E: Burada o kalıplardan söz etmişken, rahatsız olduğum bir şey var. "Yarışmacı mimar" deyip bizi, uygulamadan, hiçbir şeyden anlamayan, piyasadaki şartları, yönetmelikleri bilmeyen insanlar olarak algılıyorlar.
Var mı gerçekten böyle bir etiket?
O.E: Olmaz mı! Yarışmacı mimarlar konsept üretirler, bilgisayarda üç boyutlu çalışırlar. Bundan diğer yarışmacılar da şikayetçiler. İyi mimar, iyi mimardır ve yarışmadan ödül alabilir. Yarışmacıları piyasanın dışına iten bir tavır var. "Daha uygulamanın içindeyiz. Biz bina yapıyoruz, siz konsept yapıyorsunuz" diyerek kendi yaptıklarını daha önemli göstermek isteyen bir kesim var. Hatta bir mimar, sanırım sizin Çat Kapı söyleşinizde, "Ben bilgisayarımı açsam on tane uçuk kaçık proje var. Ne olacak ki?" diyordu. "Önemli olan binanın uygulamasını kotarmak için maliyetiyle müşterisiyle uğraşmak." Yaptığımız işe böyle bir bakış da var.
D.D: Ortaya koyduğumuz ürünlerin, elbette kendi ölçeğimizde, hepsinin uygulanabileceğini düşünüyorum. Yarışma projesi zaten uçuk kaçık, uygulanamayacak proje demek değil. Olamaz da! Oradaki jüri neden var? Birinci projeyi uygulansın diye seçiyor. Ha, Türkiye şartlarında birinci gelen projeler her zaman uygulanmıyor ve bu büyük bir dezavantaj zaten. Mesela en son kazandıklarımızdan Dışişleri Bakanlığı yarışması için hala Bayındırlık'tan onay bekliyoruz.
F.H: Mesela Pendik'in uygulama projesi bitti. O, yapıma hazır bir bina. Sorunlu da olmadı zaten. "Çok büyük açıklık geçiyor; orası olmaz" diye statikçilerle çok büyük problem yaşanmadı. Ama bizim koyduğumuz sistem, daha güçlendirildi. Zaten yarışma projesine girerken bunları birebir hesaplamazsınız. Sadece öngörürsünüz. Öngörünüzde de çok absürd bir şey yoksa, iki kolonla konferans salonu taşımıyorsanız, oluyor.
Ama bu sözünü ettiğiniz şey sadece yarışma için geçerli değil ki. Bir işveren ile çalışırken de aynı aşamalardan geçiyorsunuz.
F.H: Aslında uygulama proje teknikleri veriyoruz. Hatta müşteri tarafından beğenilen fakat finansını beklediğimiz askıda projelerimiz var. Onlar da uygulamaya hazır projeler ve bittikten sonra biraz daha piyasanın içine gireceğiz. Fakat öyle projeler uygulanıyor ki... Mesela bir konut bloğu projesi gelmişti ve bizim istediğimiz, altı tane aynı binayı simetrik olarak eğimli arazide yan yana koymak değildi. Burada başka ne yapabiliriz diye düşündük ve uğraştık. Aslında o işi alıp, parasını yiyip yaşıyor olabilirdik. Hatta bazen ‘keşke'lerimiz oluyor; "Yapacaksın, geçeceksin!" diyoruz. Ama bunu söylerken de inanmıyoruz. Çünkü biz on projeye "Yaptık" diye bakmak istiyoruz. Yine örneğin bir yazlık konut uygulaması oldu. Proje çok güzeldi ama uygulama, bizim elimizde olmayan nedenlerden –mal sahibinin zihniyeti hatta bütün gücü kendi üzerinde hissetmesi – ortaya çıkan ürüne "bizim" demenizi engelliyor. Bu durumda da onu yapmanın bir anlamı kalmıyor.
Peki bu durum sizde en ufak miktarda dahi olsa güvensizlik alanı yaratıyor mu?
D.D: Aslında kendimize değil, mal sahibine güvensizlik yaratıyor. Çünkü mal sahibinin öncelikli parametresi metrekaredir. Mal sahibine 1200 metrekare ev yapsanız, teras yapıp onu da büyütmeye çalışıyor. 1200 metrekare! Ülkemizde bu konuda sürekli bir doyumsuzluk var. Konut dokularına, özellikle de İstanbul'a bir bakın, genellikle balkonlar kapatılır. Dolayısıyla öyle bir zihniyetle çalıştığınızda, siz ana fikirden tutun da denge ve kontrasta, modern bir tasarımın tüm nüvelerini yakalamaya çalıştığınızda hep aynı tepkiyle karşılaşırsınız: Neden orayı metrekareye dahil etmiyorsunuz? Dolayısıyla gerçekten bir özgüven sıkıntısı değil bu.
O.E: Bir de tabi işin bu yanı var: Biz İzmir'deyiz ve burada İstanbul'daki gibi kurumsal şirketler yok. Kurumsal şirketler bu işte biraz daha profesyonel ve o kurumsal yapının içinde mimarın rolü daha başka oluyor.