Şehirler Taşınmalı mı, Yerinde mi Kalmalı?

28 Nisan 2023

Bir diğer önemli konu da şehirlerin planlanması, eski kent merkezlerinin tasarlanması… Öncelikle nelere dikkat edilmeli?

B.K.: Bölgede, kültür varlıklarının yoğun olmasından kaynaklanan ayrı bir sorun da ortaya çıkıyor. Ağırlıklı olarak Antakya’dan bahsediyoruz ama her kentin -Antakya kadar olmasa da- bir tarihsel merkezi, kültür varlıklarının yoğun olduğu bölgeleri vardır. Bir kentin merkezini alıp taşımak -yoğun olmasa da- kalbini söküp başka bir yere koymaya benziyor. Alışılmış, uzun zamandır kentsel hafızaya kazınmış olan bir durumu değiştirmek o kadar kolay değil. Yakın zamanda  Antakya’yı gezip, üzerine çalıştığım için merkezini değiştirmek bana çok doğru gelmiyor. Ama merkezi turistik bir yere, tema parkına dönüştürmek de doğru değil. Açıkçası var olan Antakya’nın da tarihsel dokusu yanında kentsel dokusu pek parlak değildi ama bir canlılığı, gündelik hayatı var. Bu gündelik hayatla beraber merkezi korumak gerekiyor.

Alınacak önlemlere gelirsek; burada -2021’de ödül aldığımız Antakya Yarışması esnasında da konuştuğumuz- 100 metre dere taşma sınırı var. Zaten Antakya’nın çoğunun orada yapılmaması gerekiyordu. Tarihi kenti o anlamda koruyup, kıyılarda olabildiğince taşmaları kontrol edebilecek bitkilendirme-ağaçlandırma ile rekreasyonel faaliyetlere yönelik düzenlemeler yapılabilir. Var olan kent de alçak katlı tutulmalı çünkü camilerin anıtsal kurucu öğeler olması gerektiği yerde, 5 katlı apartmanlar var. Sadece deprem yüzünden değil, kent imgesi açısından bakıldığında da sorunlu. Şimdi de ona göre bir ölçek belirlenmeli. Geleneksel dokuya eklemlenecekse de onunla çatışmayan bir kent dokusunun oluşturulması gerekiyor.

Bu noktada çözüm olarak var olan kentin içinde parsel bazında dönüşüm makul görünüyor. Orada da başka sorunlar çıkacaktır tabii. Özellikle de eski yoğunluğu bir bölümünü kent merkezinden taşımak istediğiniz zaman kamulaştırma bedellerini nasıl karşılayacaksınız? Mülkiyet sorunları başlayacak, kaçınılmaz olarak. İşte şimdi onu da OHAL yasalarıyla, kamulaştırmayla uğraşmadan çözmeye çalışıyorlar.

En kötü alternatiflerden biri de gündelik yaşamı tamamen dışarı çıkartıp Antakya’yı turistik bir alana çevirmek. Açıkçası turistik bir merkez sahicilik duygusu üretemiyor. Sadece yapılarla bir kent yaşamı kuramıyorsunuz. İçinde gerçekten 7/24 yaşayan insanlar olması gerekiyor. Bir de tarihi yapı stoğunun çoğu rekonstrüksiyon olma ihtimali düşünülünce… Çünkü deprem sonrası molozların birbirine karıştığı, ayrıştırmanın yoğun emek istediği bir durumla karşı karşıyayız. Yıkılmış tarihi eserlerin enkazı kaldırılırken büyük ihtimalle bir bölümünün o molozlarla kent dışına döküldüğünü tahmin etmek çok zor değil. Zaten bununla ilgili sosyal medyada da daha geç olmadan önlemler alınması gerektiği yönünde paylaşımlarda bulunuldu. Bu yönleriyle bakacak olursak, orada eskiymiş gibi görünen yepyeni bir alan ortaya çıkacak. Diyarbakır’da Sur’un dönüşümü yakın zamanda yapıldı… Çok özen ve zaman gerektiren işler bunlar. Yapılamaz mı? Yapılabilir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa kentlerinin rekonstrüksiyonu mesela; bütün yapıların çizimlerine bakarak yapıyorlar. Elde olan rölöveleriyle belki bu rekonstrüksiyonlar yapılabilir. Ama yeni yapılacak olan binalar için nasıl bir tasarım ortaya konulmalı, yüksek katlı olmayacak konutlar nasıl yapılabilir? Antakya’nın merkezi için kurgulanmış bir kentsel tasarım rehberi ve özenle hazırlanmış bir imar mevzuatı gerekiyor. Her yapının belki ayrı bir mimarı olursa çeşitlilik de sağlanır. Fotoğraflara bakıp bina yapmaya benzemiyor. Ama genel olarak kentin dışarı taşınması bana doğru gelmiyor. Bu, yeni bir kent kurulması demek.  

"Neden böyle bir yıkım yaşadık?"

D.D.A.: Binalar zayıf olduğu için mi, zemin zayıf olduğu için mi? Buna bakmak lâzım. Yoksa zemine göre binalar yapılmadığı için mi? O zemine uygun bir yapılaşma yapılsaydı yıkılmayacak mıydı? O zaman neden taşıyalım? Avantajları, dezavantajlarını geçiyor mu veya dezavantajları avantajlarını geçiyor mu; ekonomik olarak, başka faktörler olarak? Bakılmalı. Yine acil olarak alınmış bir ‘taşıyalım’ ya da ‘yerinde yapalım’ kararı yerine artık bir şeylere acil olarak karar vermeyip, daha fazla bilimsel veriye dayandırıp, gerçekten oraların mikrobölgeleme haritaları çıkarılmalı. Zemine uygun kararların, ekonomik boyutu değerlendirilmeli. Kültürel miras da şu an büyük bir risk altında. Kültürel mirası nasıl koruyacağız? Bunların araştırılması gerekiyor, bu kararı verebilmek için.

B.K.: Maalesef tek seferde karar alınıp, hemen uygulanacak sihirli bir formülü yok. Genelde öyle formüller bekleniyor. Oysa doğal ve kültürel hassasiyetleri farklı bir sürü kent var. O hassasiyetle genel değil tikel çözümler üretilmeli. Temel sıkıntı da tam olarak bu: Günü kurtarmak, idare etmek. Ama bu sadece hükümetin değil, halkın da temel motivasyonu. İdare ettiği sürece; en ucuza nasıl çıkar, en hızlı şekilde nasıl yapılır? Bu sistemden, bu kafadan çıkmak gerekiyor. Doğuş bahsedecektir; sadece konutların orman, mera, tarım alanı, su havzası içine yapılması vs. de değil, bir de hava akımlarıyla ilgili boyutu var. Rüzgâr koridorlarını kestiğiniz zaman, kentin bütün iklimsel koşulları olumsuz yönde değişmeye başlıyor. Dikkat edilmesi gereken ama çok az değinilen bir konu bu. 

N.D.Y.: Antakya’da yaşayan insanların, sosyal medyada “geri döneceğiz” gibi paylaşımları oldu. Afetin hemen sonrasında birçok şey yazdılar, bir duvar yazısı dikkatimi çekmişti; “Bahhurları yakıp kazanları yeniden kaynatacağız”. Bu yerel bir geleneğe işaret ediyor ve aslında mekânsal karşılığı olan bir gelenek. İnsanlar sadece yaşadıkları şehri değil, kültürlerini de bir noktada kaybetme korkusu içindeler. Bunun aslında doğrudan etkileneceğinin farkındalar. Bu durumun da değerlendirilmesi gerekiyor.

Adana’da, Antakya veya Maraş’taki gibi bölgelerin yıkıldığı bir durum olmadı. Daha çok tekil yapılar yıkıldı. Genelde aynı bölgede yoğunlaşmış ama seçmece gibi; yapılardan biri yıkılıyor, yanındaki ayakta. Bu, genellikle yapım kalitesi ve zemin sorunu ile alâkalı. Adana’da Süleyman Demirel Bulvarı ve Yurt Mahallesi civarının, (benim henüz gitme fırsatım olmadı ama giden tanıdıklarım, orada yaşayanlar) hayalet şehre döndüğünü söylüyorlar. Hasarlı olmayan binalardan da insanlar çekilmiş durumda. Çünkü Adana’da; 14-17 katlı binalar yıkıldı, içinden insanların sağ çıkma oranı çok azdı. İnsanlar şimdi, yüksek apartmanlarda oturmayı sorgulamaya başladılar. Binası hasar almayanlar bile -hatta kooperatif olarak, komşularıyla birlikte- şehrin biraz ötesinde, düşük katlı binalara yerleşmek istiyorlar. Kent içi göçler yaşanmaya başladı. Yani, kısmen terk edilmiş yerler var. Bölgesel olarak, bu tekil yıkımların sebeplerine bakmak lâzım. Süleyman Demirel Blv. bölgesinde yapılaşan yerlerin bir kısmının dere yatağı olduğu biliniyordu. Sarıçam’da de benzer bir şekilde dere yatakları var. Orada hiç yapı yıkılmadı, zaten yeni, 15-20 senelik diyebileceğimiz bir yer, fakat; ciddi hasar alan çok fazla bina var, insanlar yeni taşındıkları binalardan tekrar kiraya çıkmaya başladılar.

1954, Hava Fotoğrafı, Adana Büyükşehir Belediyesi Arşivinden

N.D.Y. Adana’nın coğrafi belleğini incelemek lâzım: 1956’da Seyhan Baraj Gölü açıldı. Ondan önce -şu anda izini göremeyeceğimiz- Seyhan Nehri’nin yatağı neresiydi, Seyhan Nehri ve onun kollarındaki dereler nereden gidiyordu? 1956 gibi bir tarih olduğu için çok az hava fotoğrafı var, ben bir tanesine Belediye arşivlerinden erişim sağlamıştım. Bunun yanında, 1911 yılında Richard Kiepert tarafından hazırlanan bir harita bulunuyor. Bu haritayı incelediğimizde Seyhan Nehri’nin yatağını görebiliyoruz, derelerin hepsinin çok net işlendiği bir harita. Bunlara bakarak Adana’nın coğrafi belleğini yani, iklimsel belleğini oluşturmak gerekiyor: Şu anda nerelerdeyiz? 50-100 sene önce buralar neresiydi? Çok da geriye gitmeye gerek yok.

Richard Kiepert Anadolu Haritası, Adana Bölümü

Yine başka bir baraj var; Çatalan Barajı. İçme suyu şu anda oradan sağlanıyor. Ancak 97’de, Çatalan Barajı kullanıma açılmadan önce, şu an yapılaşmış birçok bölgede Adana’da içme suyu yeraltı suyundan sağlanıyordu. Tabii Çatalan İçme Suyu Projesi kapsamında su, barajdan temin edilmeye başladı. Jeofizik Mühendisleri Adana Şube Başkanı, 2020 yılında Adana’da zemin suyu seviyelerinin yükselmeye başladığını söylüyor. Çünkü biz içme suyumuzu çok eskiden beri yeraltı suyundan sağladık. Bir anda bırakınca, geçtiğimiz 20 sene içerisinde zemin suyu seviyeleri yükseldi; su basmaları, seller arttı. Ve binaların bodrum katında hasarlar başladı. Bu, hasar tespit çalışmalarında da görüldü. Birçok binada bodrum katında depremden bağımsız olarak su hasarı var zaten. Başka bir çalışma da, zemin suyunun 2 ile 40 metre arasında değiştiğini gösteriyor ama 2 metreye kadar yaklaştığı yerler var.

Birçok şehirde, coğrafi hafızayı unutup veya yok sayıp çok hızlı ilerlediğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Ve bu sadece deprem değil, birçok iklim afeti için önemli bir konu. Sarıçam bölgesinin de dere yatağı olduğu eski haritalardan görünüyor; her sağanak yağışta dere yataklarını sel alıyor. Bunların sebepleri aslında ortada. Daha planlı bir şekilde ilerleyebilmek için, tekrar bu haritaları incelemek gerekiyor.

B.K.: Mesela deprem dışında, sel riski haritalarını da gündeme getirmek lâzım. Beşiktaş’ı bile su basıyor yağmur yağınca. Tarihi Üsküdar Meydanı yakınlarda denizle karıştı, minibüsler yüzüyordu meydanda… Rezalet. 21. yüzyıldaki, Dünya Başkenti İstanbul’dan bahsediyoruz. O İstanbul Dünya'nın en kırılgan kentlerinden biri haline dönüştü.

T.S.: Mesleklerin de kendi alanlarında daha fazla metrikler geliştirmesi gerekli. Kendi mesleğim, planlamada, şehir gibi kompleks bir yapıdan bahsettiğimizde, çok fazla katman denk geliyor; su sistemi, orman alanları, tarım alanları, jeolojik yapı, afet riskleri, hava kirliliği, enerji nakil hatları… Aklınıza gelebilecek bir sürü sakınılması gereken unsur var. Planlama işi multidisipliner bir iştir ve planlama öğretisi bize; orman alanlarında ne yapabileceği ile ilgili orman mühendisinden bilgi almamızı, jeolojik yapı için jeoloji mühendisinden, kıyıda yapacaklarla ilgili ise kıyı mühendisinden bilgi almamız gerektiğini söyler. Bunların birçoğu, zaten sınırlar halinde sana gelsin, jeolojik yapı için uygun olmayan alanlar, önlemli alanlar gelsin, uygun alanlar gelsin. Sen de bunları, zaten imar mevzuatında karşılıkları var olan kullanımlara dönüştürüp, farklı meslek alanlarından uzmanların kendi mesleki dinamikleri ve doğruları çerçevesinde tanımladıkları asgari koşullara göre yerleştiriyorsun. Sanki bir montaj fabrikası gibi bir sürü yerden gelen parçaları birleştiriyorsun, ortada elinde bir leke kalıyor. O leke içerisinde de 3-5 tane çizgi çizip, bir tasarım yapıp, “Ben bir şehirsel tasarım yaptım” noktasına varılıyor. Planlama, yeni öğretide buna indirgenmiş, böyle veri fetişi bir duruma gelmiş durumda. “Nasıl olsa benim yerime orman mühendisi düşünecek, jeolog düşünecek, nasıl olsa benim yerime kıyı mühendisi, ulaştırma mühendisi düşünecek, bana görüşlerini verecekler, ben de o görüşlerle yapma dediklerini yapmayacağım, yap dediklerini yapacağım” noktasında.

Halbuki bu meslek alanı, tam da bu bir sürü verinin ara kesitinde yer alarak -mimarlık, peyzaj mimarlığı, mekân tasarımına ilişkin disiplinlerin hepsi böyle- verileri aldıktan sonra, kendilerine hâlâ çalışabilecekleri bir alan açabilmeliler. Enerji nakil hattından uzaklığı; elektrik mühendisi 30 metre diyordur ama planlama ve tasarım açısından gerçekten 30 metre mi uzaklıkta olmalıyız? 30 metre ötemizde bir enerji nakil hattı olduğunda orası hâlâ yaşanabilir bir mekân olmaya devam eder mi?  

Orman alanlarında 2B arazileri yapılaşmaya açılabiliyor. Sırf açılabiliyor diye açmak mı lâzım? O alanlar yeniden ormana döndürülemez mi? Buralarda planlamanın, mimarlığın, peyzaj mimarlığının söyleyebileceği kendi sözü şu anda yok. Bunu ancak bireysel olarak hassasiyeti olan tasarımcılar, plancılar -güçleri varsa- idarelere kabul ettirebiliyorlar. Bu mesleklerin ulaşmış olduğu derinlik içerisinde bu konuyu düşündüğümde de, hâlâ noksanlıkları ya da dünyada var olan örneklerden devşirilemeyen durumlar olarak görüyorum.

Uzmanlık alanlarınızda nasıl bir değişim öngördüğünüzü de merak ediyordum, yaşananlardan sonra. Tayfun Hoca giriş yaptı, sizler neler eklemek istersiniz?

B.K.: Mimar olarak bu duruma baktığımda, ilk olarak aklıma, bir meslektaşımın söyledikleri geliyor; “Uygulama aşamasında yangın çıkışı olan yer ya ebeveyn odasına katılır ya da tuvalet yapılır. Aslında ilk buradan başlıyor” demişti. O kadar haklı ki… Kentsel tasarımlarda kabul gören ve herkesin bildiği gibi, iskân sonrasında ruhsatı almak için apartmanlar hep böyle çizildi. Düşünün, yangın olduğunda ebeveyn odasındasınız, ama soyunma odası veya tuvalet yaptığınız için oradan çıkamıyorsunuz. Konuşmaya buradan başlamak gerek hakikaten.

Bir başka konu ise; mimarlık eğitimi ve mimarlık meslek yasası. Deprem ülkesi isek bunların da eğitimde gündeme getirilmesi lâzım. Diğer taraftan yeni mezunların yetkilerinin bu kadar çok olmaması gerekiyor. İngiltere ya da Almanya’da yeni mezunlar bu kadar büyük işler yapamaz, kolay değildir. Bir ofise girersiniz, çalışırsınız ve belli bir deneyim kazanırsınız. Bunlar zaman içerisinde elde edeceğiniz, kendinizi geliştireceğiniz mesleki yetkilerdir. Türkiye'de ise tam tersi. O yüzden belki de mimarlık eğitiminin 5 ya da 6 yıla çıkarılması gerekiyor. Zaten eğitim süresi artarsa -maddi getirisi yüksek olsa da- bu kadar çok mimarlık okumak isteyen olmayacak, gerçekten bu işi yapmak isteyenler, bedelini ödemek isteyenler okuyacak.

Başka bir durum da, denetim firmalarındaki çalışan mimarların yeterli olmaması. Aslında 1999 depremi sonrasında, denetim konusunda ümit verici gelişmeler olmuştu. Ama bir taraftan piyasadaki uzmanların, denetimcilerin iyi eğitime sahip olmamaları, diğer yandan da devlettekilerin yetişememesi, çok fazla piyasaya açılmak zorunda bıraktı. Zaten oradaki insanlar da deneyimli ve yetkin değiller. Böyle olunca kalite yavaş yavaş düşmeye başlıyor kaçınılmaz olarak. Gözden kaçırma, ihmâl olmasa bile yanlış kararlar verildi.  

İhsan Bilgin’in bir yazısı vardı, -herkes deprem sonrasında paylaştı- 1999 depremi sonrasında “Bedelsiz Modernleşme” adı altında yayımlanmıştı. Sektör öncelikle “ucuza çıkartmak” üzerine kurulu. Ama mimari yetki sahibi meslek insanı bu kadar çok olmadığında yani mezun olan herkes proje hizmeti vermeye yetkili olmadığında, kalite de fiyatlar da bu kadar düşürülemeyecek. Oysa şimdi diploması olan, hiç görmediği bir projeye belli bir bedel karşılığında imza (s)atıyor. Sistem bu şekilde ilerliyor. Aslına bakarsanız iyi bir kentleşme, çok pahalı ve büyük bütçe gerektiren karmaşık bir iş. Doğal olarak pahalandığında da ekonominin lokomotifi olan kentsel dönüşüm, yapı yapma vs. kolay olamamaya başlayacak.

İşin doğrusu, biz aslında çoğu zaman yaptığımız gibi kentleri de sadece ucuza çıkartmanın bedelini ödüyoruz. Ama bu motivasyonun ne kadar riskli olduğunu anlayamadık. Ve şimdi kentlerin o kırılganlığı ulusal bir ekonomik kriz olarak ortada duruyor maalesef.

"Süreç, Artık Adaptasyon Üzerine Şekilleniyor "

D.D.A.: Kent dediğimiz şey, sosyo-ekolojik bir sistem. Herhalde ileride beton yemeye başlayacağız; su yok, besin yok… Hep aklımı kurcalayan da şu; artık inanılmaz bir teknoloji çağındayız. Her şey inanılmaz akıllı. Fakat bir dere yatağındaki evi mi yapamıyoruz? Buradaki sorun, Batu’nun da bahsettiği o süreç, oraya, o evi kim yaptı? Ruhsatsız, hiçbir mühendisliği içinde barındırmayan, içinde hiçbir meslek insanının olmadığı yapı birimleri yıkılıyor ya da sel altında kalıyor. İnsanlar maalesef ki hayatlarını riske atmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla ilk başta buna çözüm getirmek gerekiyor. Kentleşmenin tarihsel sürecine de bakarsak; Mısırlılar niye bu kadar gelişti? Nil Nehri’nin selini kontrol altına aldıkları ve bir şekilde besinleri depolamaya başladıkları için. Aynısı Sümerler'de de var. Nehirlerin mevsimsel olarak taştığını görüyorlar, bunu hesaplamaya başlıyorlar ve buna adapte oluyorlar.

Süreç artık azaltma yerine adaptasyon üzerine şekilleniyor. Bu adaptasyon sürecinde de, sadece deprem ve iklim değişikliği değil, birçok afetle karşı karşıyayız. Mesela göç. Gelecekte beklenen en büyük afet. Göçe karşı ne yapacağız? Bu artık pozitif ya da negatif anlamda sistemin bütün çarklarını müthiş etkileyen, besleyen bir süreç. Bunu görmek ve buna göre birtakım şeyleri kurmak ve akılcı kararlar almak lâzım. Başka çaremiz yok.

N.D.Y.: Şu an benim de üzerinde çalışmakta olduğum, iklime dayalı kentsel yenileme ve kentsel planlama kararlarıyla ilgili akademik ve teorik bilgimiz var. Öğrenciler de bu bilgilere erişebiliyor. Adana’da, Batu Hocamın da bahsettiği gibi, sıcak-nemli iklimlerde en önemli iklimsel veri olması gereken; rüzgâr. Adana’da bunun bir karşılığı olmadığı çok bariz görünüyor. Önüne geçmek için ise yasal altyapısının biraz daha güçlendirilmesi lâzım.

Kentlerin iklim profilleri elimizde var. Bunların planlama bazında ihtiyaçlarını oluşturmamız çok zor değil. Bunun oluşmuş akademik altyapısı da var. Halihazırda iklime referans veren planlamaya ilişkin kanunlarda; örneğin, Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliği’nde, bu konu sadece binalar arası mesafeye indirgenmiş durumda, o da sadece imar değişikliği yapılan alanlarda güneşlenme ile ilgili bir madde. İmar Kanunu’nda köylerde veya kırsal özellik gösteren yerleşmelerde enerji etkinliği ile ilgili; ancak bu sefer de bina ölçeğinde karşımıza çıkıyor. Veya 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da da ‘iklim duyarlılığı ile yaşam kalitesinin artırılması esastır’ diyor. Fakat bu çerçevedeki kanunlarda daha alt seviyelerde kentlere özel uygulama yönetmelikleri / plan notları gerekiyor. Örneğin imar değişikliği yapılacak yerlerde, Adana ili üzerinden konuşacak olursak, sadece güneş değil, rüzgâr, binalar arası uzaklıklar, bina yönelimleri gibi parametrelerin yer aldığı yere özgü yönetmeliklerin oluşturulması gerekiyor.


Şehirler Taşınmalı mı, Yerinde mi Kalmalı?
Peki, İstanbul?
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :