Arredamento Mimarlık'ta (Temmuz-Ağustos 2008) yayımlanan "Göze Özgürlük Kamusalı Genişletir" başlıklı makalenizde, Türkiye'deki kamusal alanların daha çok özel alanlar içerisinde var olabildiğini savunuyorsunuz. Bu tespitinizi biraz açabilir misiniz?
Erdal Özyurt: Esas mesele, kamusal derken aslında resmi demek istememiz. Oysa kamusal alan o değil. Taksim meydanı kamusal alan mıdır, yoksa resmi alan mıdır? Resmi alandır. Ne 1 Mayıs kutlamalarında ne de başka bir şeyde size orada nefes aldırmıyorlar. Bu, hem sosyoloji/felsefe okumalarımda hem de mimar olarak eskiden beri takıntılı olduğum bir konudur. O makalemde bunu irdelemek istemiştim.
Kamusal alan, özellikle üniversitedeki mimari projelerde çok önemsediğim bir konu. Ben Akademi'de okurken, bırakın turnikeleri, dışarıdaki demir parmaklıklar dahi yoktu. Her iki kanadın zemin katlarındaki salonlar İstanbul'un nadir sergi mekanlarındandı. Orta Hol'ü çevreleyen alüminyum doğramalar o zaman yoktu. Diploma jürimi nişanlım da izleyebilmişti. Hatta sergiyi gezmekte olan emekli bir albay da yanlışlıkla yukarıya çıkmış, bir süre jüriyi izlemiş, sonra yanlış bir yerde olduğunu fark etmişti. İşte böyle bir kamusallık anlayışından bugünkü duruma gelindi. O makalede anlatmak istediğim buydu; kamusallığı nerede durdurabiliriz? Tabi ki yatak odanıza kadar girmeyecek ama nereye kadar? Bence çok büyük bir bölümünü görebilmeliler, çünkü bir yeri görmek insanları çok rahatlatıyor. Çözüm, demir turnikeler, parmaklıklar olmamalı… Tabi bunu sözle anlatmak çok zor, projeler üzerinde konuşmak lazım.
Ahmet Tercan: Kamusallık meselesini hep bireyle devlet ilişkisi üzerinden okuyorum. İstanbul ve Türkiye topraklarındaki şehircilik tarihi, Osmanlı'dan itibaren "kamusal mekana kim hakim olacak, kim kontrol edecek"in tarihidir. Bu iş bunun üzerinden yürüyor.
Bu, kamusal alan adına üretken bir gerilim değil ama bir yandan da başka şeyler ortaya çıkartıyor. Bizim çok özgün, çok karakteristik olarak nitelendirdiğimiz kentsel mekanların çoğu bu şekilde oluşmuştur, yani bu gerilimin ürünüdür. Bu müdahalelerin hepsi; kamusal alanın mümkün olduğu kadar sınırlı şekilde bırakılması, geriye kalan her şeyin ise özel yaşama alanı haline dönüştürülmesinin mücadelesidir. Bizim topraklardaki mücadele budur. Batı'da ise bunun aynı şekilde algılanmadığını görüyoruz.
Erdal Özyurt: Özellikle de Fransa'da…
Ahmet Tercan: Orada bireyle toplum arasında toplumsal bir sözleşme yapılmış. Birey kamusal alandan rahatsız olmuyor ve kamusal alanı hemen kendine ait hale getirmeye çalışmıyor. Devlet de bu sözleşmeye gerçek bir tarafsızlıkla, her vatandaş için eşit uygulama ilkesiyle sadık kalıyor.
Erdal Özyurt: Arredamento'daki yazı, İzmir Urla'da yaptığımız proje ile ilgiliydi. Orada kamusallık adına bu sınırları çok zorlamıştık. Aslında özel bir şirketin kendi çalışanları için düşündüğü bir projeydi.
Ahmet Tercan: Zemin katı tamamen kamuya bırakarak bütün sirkülasyonu yukarıya aldık. Ama Türkiye'de projeler maalesef içerdikleri öz ve yaklaşımla değil de görüntüler ve birtakım imalar (connotation) üzerinden değerlendiriliyor. Projeye baktığınızda size neyi hatırlatıyor? Eğer başka bir çağrışım veya imaj algılaması varsa projenin düşünsel yaklaşımı dikkate alınmıyor. Oysa bir proje, biçimi kadar yaklaşımı ve düşüncesi ile, söylediği söz ile değerlendirilmelidir.
Erdal Özyurt: Urla projesi de o anlamda üzerinde çok tartışılabilecek bir projeydi.