Yağcılar Köyü

06 Şubat 2009

MesutT: Serhat Akbay kimdir? Nasıl buraya geldi?

SerhatA: 1952 Konya doğumluyum, ama Konya'yı görmedim. Çok yer gezdiğimiz için hep parça parça bir yerlerde oldum. Okul hayatım da öyle geçti. Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden mezun oldum ve İzmir'de kaldım. Yıllarca serbest çalıştım. Alsancak'ta bir ofisimiz, sonrasında da bir atölyemiz oldu. Av ve doğa merakım nedeniyle her fırsatta İzmir dışına çıkardım. Bu bir prensip olmuştu; Cuma akşamı oldu mu ben kayboluyordum. Bu noktaya kadar geleceğini düşünmemiştim, ama 20 sene kadar önce elime geçen bir fırsatla bu coğrafyaya yerleştim (Urla civarından bahsediyor). Demek ki böyle bir isteğim varmış; hiç tereddüt etmedim. Bu bağın arsasını almam, buralara yerleştikten 10 - 12 sene sonra oldu. Bir tesadüftü, onda da hiç bir tereddüt yaşamadım; ama arsayı ne yapacağıma dair bir fikrim yoktu. Bağı kurduk, bağ şarap düşüncesini tetikledi, şarap için de bir takım sistematik şeyler yapılmalıydı. Bunlar olurken, ofis neden burada olmasın diye düşündük. İzmir'de bir portföyüm oluşmuştu, işlerim devam ediyordu. Bu kararı vermemde otobandan İzmir'e ulaşımın çok kolay olması da etkili oldu. Bütün bunların değerlendirmesi, benim burada kalmamı sağladı. İşlerimi, pekala buradan da yürütebiliyorum. Böylece çok sevdiğim topraktan, bağdan, bazı yeni uğraşlardan ve köylü arkadaşlardan da kopmuyorum.

MesutT: Toprakla bağ kurmak çok başka bir varoluş şekli değil mi?

SerhatA: Çok başka. Zaten benim yapısal olarak mimariye ya da diğer sanat kollarına yaklaşmam, ısınmam da hep o noktadan başladı. Yunanlı mimar Konstantinidis'in  bir sözü vardır. Mimarlığın, bir sanat olmadığını; tıpkı bitkiler gibi topraktan üreyen bir süreç olduğunu söyler. O doğallığı da eldeki tekniklerle birleştirirsiniz. O başka bir felsefe ama temelinde böyle bir basitlik var. Doğayla kurduğunuz ilişki, farkındalığı da beraberinde getiriyor. Metropol insanında doğayı tanımak olgusu, 1960'lardan sonra epey süre şekilsel olarak varoldu; özü kayboldu. Türkiye'de de en başından beri köylü sınıfı görmezden gelindi, doğa olgusu köylülerde de kaybettirilmeye çalışıldı. Atatürk'ün 'köylü milletin efendisidir' cümlesi, boş laf değildir. Çünkü Türkiye'de bir işçi sınıftan bahsetmek mümkün değildi.

MesutT: Asıl işi toprakla uğraşmak olan köylünün toprağa yabancılaşması üzerinde biraz düşünmek gerek sanırım...

SerhatA: Şu an köylerimizde hala var; gelin adayı evlenmeden önce muhakkak kasabadan ya da şehirden bir ev veya orada yaşanmasını istiyor. Göç dediğimiz şey bu. Türkiye'nin bugünkü sosyo-politik, ekonomik çıkmazları buradan doğan şeyler; zamanında yatırım yapılmamış. 80 hanelik bu köyde (Yağcılar) 12 genç üniversitede okuyor. Onların, okuldan sonra köye dönmelerini teşvik etmeye çalışıyorum; "Ben 50 yaşından sonra buralara geldiysem, siz neden kaçasınız?" diyorum. Gerçekten şimdi köye, toprağa bir dönüş başladı. Kendi arkadaş çevremde de görüyorum, bu genel bir doğru. Ama "doğa güzeldir" gibi bir kolaycılık yapmıyorum, çünkü çok acımasız, vahşi yönleri de vardır. Fakat onu anlayabilmek, insanı terbiye ediyor. Burada olmanın hafif sıkıntıları vardır. Isınma, elektrik, ulaşım vs sorun olabilir, ama ben o sıkıntıları tercih ediyorum. Hiçbir şey kolay değildir zaten.

MesutT: Görüyorum, kuzine kullanıyorsunuz.

SerhatA: Burası bir göçmen köyü ve herkes kuzine kullanıyor. Bunların kovalısı, kovasızı vs farklı çeşitleri var. Biz de almadan önce ve kurduktan sonra biraz ders aldık.

MesutT: O da başka bir beceri değil mi?

SerhatA: Tabi. Burası bir orman köyü olduğu için, köylülerin bir ağaç kesim hakkı var. Orman Müdürlüğü her yıl bir yer gösteriyor ve oradan kesim yapılıyor. Ama her ağaç da, örneğin çam gibi, kesilmiyor. Çünkü çam korkunç is yapıyor ve boruları tıkıyor. Daha çok meşe, sandal türü ağaçlar tercih ediliyor.

Urla'daMesutT: Köydekiler için mimar ne anlama geliyor?

SerhatA: Beni ‘mimarcı' diye çağırıyorlar. Çok seviyorum onları, ama hiçbir şeyin farkında değiller. Urla'da çok farklı. Orada mesela entelektüellerin buluştuğu bir kahve vardır. Şimdi rahmetli oldu, Abdurrahman Abi adında bir ayakkabıcı vardı. Birgün, artık ne konuştuysak, "Yaaa burada hiç mi sevdiğiniz bir bina yok?" diye sordu. Düşündüm düşündüm, yok abi dedim. Yağcılar Köyü, birkaç çürük diş olmasına rağmen kontrol edilebilir bir köy. Eğer birkaç düzgün örnek yapılırsa arkası gelir. 

Ne yazık ki ihtiyaç programları değişti artık. Sınıf atlanmış yapı, nereye giderseniz gidin sanki bir elden çıkmış gibidir. Dışarıdan bir merdiveni, gereksiz bir konsol balkonu vardır. Üst çatısında filizler bırakılmıştır ve üzerine de güzel bir renk atılmıştır... Bütün Türkiye bunlarla kaplı.
 
MesutT: Yol kenarına dizilmiş sitelere bakarak buraya gelirken, Ege'nin kendine has mimarisini düşündüm. Bir taraftan hiç kolay değil onlardan nasıl vazgeçildiğini anlamak. Ama sizin de dediğiniz gibi ihtiyaç programlarında ciddi bir değişiklik var.

SerhatA: Atlas Dergisi'nde Ermenek Yaylası'nda deprem evleri olarak yapılmış yapıların fotoğraflarını görmüştüm. Bunlar, iki – üç katlı evler ve yörüklere vermişler. Ama adamın biri, önüne naylonlu çadır gibi bir şey kurmuş ve orada yaşıyor. Fotoğrafta, yaşlı adamı görüyoruz ve "Yaşayamadım bey" diyor. İşin biraz da ritüelliği var ve o ritüellik koptuğu zaman o bahsettiğimiz sıradan, tek tip yapılar ortaya çıkıyor. 


Mimar ve Mekanı
Serhat Akbay Mimarlığının Cebindekiler
Ödül
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :