Ödüllü projelerinizden biri, “Red Dot Best Of The Best Ödülü”ne değer görülen, “Ara Güler Müzesi, Leica Showroom ve Monochrome Brasserie” projesi... Projede neler yaptınız anlatabilir misiniz?
Ara Güler Müzesi-Leica-Monochrome projesi, aslında fonksiyonları itibariyle oldukça kompleks ve tasarımsal olarak zorlayıcı bir projeydi. Bize karesel formlu 485 metrekare bir mekân verilmişti ve burada kullanım amaçları, servis amaçları tamamen birbirinden farklı 3 ayrı mekânı birleştirmemiz isteniyordu. Bunlardan bir tanesi Ara Güler Müzesi, bir tanesi Leica Fotoğraf Makinesi Showroom’u, bir tanesi de Monochrome isimli bir brasserie, bir yeme-içme mekanıydı.
Proje bize ilk geldiğinde oldukça zorlayıcıydı çünkü normalde bu mekanların aydınlatma senaryoları bile birbirinden tamamen ayrılır, kullanım amaçları zaten birbirinden tamamen farklı, çalışma saatleri farklı, gelen ziyaretçi profili farklı vs.
Bizim burada tasarımsal açıdan yaptığımız en önemli hamlelerden biri, belki de mekânın fonksiyonel olarak en önemsiz elemanlarından biri olan mutfağı mekânın tam merkezine koymamızdı. Aslında mekânın ortasına büyük bir kütle yerleştirdik, bu 3 boyutlu amorf bir kütleydi. Mekânın ortasına koyduğumuz o kütle, o mekandaki markaları hem birbirinden ayırdı, hem birbirine bağladı. Plana baktığınızda, sağ alt tarafta Monochrome’un mekanları var, o kütlenin iki tarafını saran L şeklinde Ara Güler Müzesi var, yine o kütlenin içine yerleşmiş bir Leica Fotoğraf Makinesi Showroom’u var. Hem bu markaları birbirine bağlayan hem de birbirinden ayrıştıran büyük bir kütle yerleştirmiş olduk.
Galataport’un önemli bir meydanında olan bir projeydi burası ve dışarıdan da dikkat çekici bir yapıya dönüşsün istiyorduk. Aynı zamanda içeride de bu 3 mekânın tasarımında ana unsuru oluştursun istiyorduk. Dolayısıyla o ilk tasarladığımız kütlenin dışında, bu 3 markanın da ortak noktası olan fotoğrafçılıktan, fotoğraf makinelerinin diyafram açıklığından esinlendiğimiz 3 boyutlu bir form tasarladık. O özel formla oldukça ilgi çekici bir yapı ortaya çıktı ve belki de mekânın en ikonik noktalarından biri, hiç beklenmedik bir şekilde mutfağın etrafında oluşmaya başladı. Hem mutfağı gizlemiş olduk, hem de bu markaları birbirinden ayırmış olduk. Bu sayede de “monochrome” bir dünyası olan Ara Güler eserlerini ön plana çıkaracak şekilde, daha monochrome tonlarda paslanmazlar, terrazzolar, beyazlar... yani monochrome bir dünya içinde kalıp eserleri ön plana çıkarmış olduk. Belki daha soğuk malzemeler ortaya çıktı ama eserler vurgulandı, aydınlatması eser sergilemesine uygun oldu. Monochrome tarafına geldiğinizde ise bir anda ahşaplar daha yoğun bir şekilde işin içine girmeye başladı. Diğer yanda alüminyum köpük olan tavan bir anda ahşap bir tavana dönüştü. Aydınlatması bir anda çok daha sıcak bir ışığa dönüştü, zemin değişti vs. Farklı yerlerde çok farklı malzemeler kullanarak her mekânın kendi içinde doğru atmosferi yakalamasını sağlamış olduk.
Ara Güler Müzesi, birkaç ödül birden almış bir projemiz. Son aldığımız, dünyanın en prestijli tasarım ödüllerinden biri olan Red Dot’tan “Best Of The Best Interior Design” ödülü de Türkiye’den ilk defa bir iç mimari projeyle alınan ödül oldu. Henüz 7. yılımızdayken böyle bir ödülü almamız bizim için çok keyifli ve değerliydi.
Bir diğer ödüllü projeniz de Architizer A+Awards’ın ‘Restoranlar’ kategorisinde özel mansiyon alan Gina Restoran. Orada neler yaptınız?
Gina aslında Kanyon’da 10 seneyi aşkın bir süredir var olan bir restorandı. Bu anlamda Kanyon’un en kült hacimlerinden birisiydi. Fakat daha önceden Harvey Nichols’a ait olması, sonradan el değiştirmesinden ötürü restoranın kimliği ile ilgili tekrar ele alınması gereken bazı konular vardı. Biz yarattığımız mekanları tasarlarken doğru hikayeler üzerine kurgulanmış olmasına çok önem veriyoruz. Bu süreçte Gina için şöyle bir hayal kurmaya başladık:
Gina, ismi itibariyle de 50’lerde, 60’larda Toskana’da yaşamış, evde yemek yapan, kendi trattoria’sını işleten, tatlı ama dominant bir İtalyan kadını olsun ve şu anda ikinci, üçüncü jenerasyon torunları da dünyanın çeşitli şehirlerinde bu markayı büyütüyor olsunlar diye yola çıkarak aslında bir trattoria’nın sıcaklığı ile bir “fine dining” restoranın nasıl birleşebileceği üzerine bir kurgu oluşturmaya başladık. Bu noktada İtalyan trattoria’larının o eski el boyaması seramiklerinden yola çıkarak, Sanatçı Stefan Bleekrode’un İtalyan Rivierası ve Toskana bölgesini ele aldığı bazı eserleri için bir iş birlliği yapıp, onları burada seramik üzerine boyattık ve onların etrafına da Gina için özel olarak tasarladığımız, daha “Sorento” havalarında limonların, çiçeklerin, yaprakların olduğu desenle o resimleri beraber ele aldık. Aslında malzeme olarak hem bu trattoria’ya göndermeler yapan, hem de keskin detaylarla, pirinç gibi malzemelerle de bir fine dining restorana göndermeler yapan çok dengeli bir konsept ortaya çıkmış oldu.
Bir diğer projeniz de Fenix Bodrum. Yalıkavak Marina içindeki bu projede neler yaptınız?
Fenix Bodrum’un hali hazırda Zeynep Fadıllıoğlu imzası taşıyan çok güzel bir tasarımı vardı. Aslında Zeynep Fadıllıoğlu’nun iç mimarisini İstanbul’da yarattığı bir Fenix markası vardı. Daha sonra Bodrum’a açılırken de İstanbul’daki mekânın belli başlı karakter elemanlarıyla hayat bulmuştu. İş modeli anlamında müşterimizin oldukça memnun olduğu fakat çok yoğun kullanılan bir yer olması nedeniyle hem ekonomik ömrünün dolması, yani eskimiş olması hem de yeni bir yüz getirmek istemeleri sebebiyle yeni bir konsept arayışı içindelerdi. Aynı zamanda tabii markalar da zamanla evriliyor, Fenix de ilk çıktığı noktadan farklı bir noktaya gelmişti. Özellikle mutfağı itibariyle daha çok Güney Amerika esintileri olan bir mutfağa dönüşmüştü. Fenix bir restoran olarak işlevi kadar, bir gece kulübü formatında devam eden bir mekân ve belki restorancılığı kadar o yönünün de önemli olduğu bir yer. Yazlık bir bölgede, açık havada bir proje ve genelde bu tarz açık havadaki yazlık mekanlarda doğru karakteri yaratmakta tasarımcılar daha fazla zorlanabiliyor. Özellikle gece daha aktif kullanılan mekanlarda belli bir saatten sonra zaten insan ölçeğinde, 1,5-2 metrenin altındaki tasarlanan hiçbir detayı görmüyor oluyorsunuz. Çünkü bütün mekân belli bir kalabalığa hâkim olduğunda sadece belli bir kotun üstündeki noktalar görünür olmaya başlıyor.
Fenix’in ilk karakterinde belli başlı önemli elemanları vardı. İstanbul’da da Bodrum’da da çok büyük arklı bir barı vardı. Biz arkları tüm mekânda döndürerek misafirleri daha çok saran bir atmosfer yarattık. Mevcutta eski kolonlar vardı, o kolonlara da gönderme yapan, kolonlardan çıkıp arklara dönüşen bir yapı ortaya çıktı. 4-5 metre yüksekliğe varan arklar bunlar ve içinde olduğunuzda sizi hakikaten çok heybetli bir yapı sarıyor.
Aynı zamanda peyzaj tasarımının çok önemli olduğu bir proje Fenix Bodrum, burada da Güney Amerika mutfağının esintilerini mekâna taşımaya çalıştık. Mekânın önceki tasarımında giriş deneyiminde bazı eksiklikler hissediyorduk. Giriş deneyimini çok farklı bir noktaya çıkarmaya çalıştık. Bir karşılamadan geçtikten sonra kuşların olduğu bir tünelden mekâna giriş yapıyorsunuz. Tünelden arka fonda kuş cıvıltıları sesi eşliğinde geçiyorsunuz ve sizi tropik bitkilerle kaplı vaha gibi bir yer karşılıyor bir anda.
Biz her yaptığımız projede o mekâna özel malzemeler, ürünler tasarlamayı seven bir ofisiz. Fenix, aydınlatmasından mekâna özel yapılan el boyaması seramiklere kadar her detayda Güney Amerika esintisini hissettiren bir yapıya dönüştü.
Şimdi de Hırvatistan’da bir projesini yapıyoruz Fenix’in. Bu sefer de bir otelin içinde yer alıyor ve karşısında marina var. Orada da aynı temayı benzer bir şekilde yansıtmaya çalışıyoruz.
Bir de Kartalkaya’da Palazzo Lounge projeniz var...
Kaya Palazzo’nun Kartalkaya’da dağın sosyal hayatına yeni bir soluk getirecek yeni bir yeme içme kompleksi yaratma hedefi ile yola çıktığı bir proje. Bu vesileyle bizimle iletişime geçtiler. Kaya Holding ile gerçekten hızlı bir tasarım ve uygulama süreci geçirdik. 4.800 metrekarelik yeni bir yapı geliştirildi. Burada mimari projeden iç mimari projeye kadar tüm alanların tasarımında var olduğumuz bir süreci yürüttük.
Wangan olarak yaptığımız ilk mimari proje diyebiliriz. Alt kotları betonarme strüktürden, üst kotları çelik bir konstrüksiyondan oluşuyor. Mahya yükseklikleri, dağ evi havasını ve hacimdeki etkileyiciliği artırmak için oldukça yüksek tutuldu. Projede yaptığımız en önemli dokunuşlardan birisi mekânda kolon görmeden büyük açıklıklarla sahip bir hacim yaratabilmekti. Statik çözümlemeler sonucu merkezde konumlandırdığımız tek kolonu da mekânın tasarımındaki temel unsurlardan bir olan şömine tasarımı ile beraber bir çözüm ile ele alarak neredeyse hiçbir dikey taşıyıcının mekanı bölmediği geniş bir hacime sahip olmuş olduk.
Projeyi, alt kotlarda kar küreme araçlarının bakım garajları, personel lojmanları, hazırlık mutfakları gibi hacimlerin yer aldığı, misafirlerin ağırlandığı kotlarında ise, İnari, Develi, Serafina gibi farklı konseptlerde restoranların hizmet verdiği bölümler yer alacak şekilde kurguladık. Günün erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çok farklı fonksiyonlarda misafirlerine hizmet veren, kayak merkezlerindeki sosyal hayata yenilikçi bir yaklaşım getiren öncü bir proje ortaya çıktı diyebiliriz.