“Tasarım yerine deneyim ve strateji tasarlarız” söylemleriniz arasında. Bu nasıl bir tasarım yaklaşımını içinde barındırıyor?
Biz bugünün dünyasında sadece iyi mekanlar tasarlamanın çok yetersiz olduğuna inanıyoruz. Yine herkesin hâkim olacağı yeme-içme sektörü üzerinden örnek verecek olursak; siz dünyanın en iyi restoranını tasarlayın, orada eğer mutfaktan iyi bir yemek çıkmıyorsa, salonda iyi bir servis yoksa orası son kullanıcıya doğru bir hizmet vermiyordur ve günün sonunda bu uzun soluklu bir işletme olmayacak demektir.
Bugün iç mimari, güncel tüketim alışkanlıklarına baktığınızda mimarlığa kıyasla daha fazla yenik düşmüş bir taraf. Bu dünyanın her yerinde böyle, sadece Türkiye’de değil. Bir şeylerin yap boz şeklinde sürekli yeniden yapılmasına, açılmasına çok alışkın bizim piyasamız. Ama biz gerçekten iyi ve nitelikli işler ortaya çıkardığımızda, yani sadece görsel olarak iyi değil, gerçekten son kullanıcıya bir otel olsun, bir restoran olsun, oraya rezervasyon yaptığı andan kapıdan çıkıp ayrılana kadar ki bütün yaşayacağı deneyimsel bütünlüğü ortaya koymamız gerektiğine inanıyoruz. Bir araya geldiğimiz müşterilerimize, “bizi bu süreç boyunca bir ortağınız gibi görün” deriz ve yaptığımız mekân açılana kadar da hakikaten kendi işletmemizmiş gibi konuya yaklaşmaya çalışırız. Biz kendimiz bir yere gittiğimizde ne yaşamak istiyorsak, oraya gelen, orayı tercih eden kullanıcıya da onu yaşatmayı arzu ediyoruz. Çünkü bugün birçok mimari tasarım aracı çok gelişmiş durumda. Ama bazı yerler var kült mekanlara dönüşebiliyor. Belki bir mimari proje kadar olmasa da iç mimari proje olarak da uzun yıllar ayakta kalabiliyor, varlığını sürdürebiliyor. Kimi zaman o kadar iyi tasarlanmış oluyor ki, belli bir süre sonra aslında işlevi bitiyor ama müze gibi sergilenen bir yere dahi dönüşebiliyor. Dolayısıyla bugünün dünyasında ortaya ne kadar nitelikli işler çıkarırsak kendimizi o kadar başarılı kabul ediyoruz. Yani bir yer bittiğinde, açıldığı gün değil, orası gerçekten doğru bir şekilde işleyip kullanıcısını mutlu ettiğinde biz kendimizi başarılı kabul ediyoruz.
Gina, Kanyon
Sadece iç mimari projeler mi yapıyorsunuz? Mimari projeleriniz de var mı?
Biz çok farklı ölçeklerde çalışan bir tasarım ofisiyiz aslında. Mimari çalıştığımız projeler de var. Yani, direkt temelden, statiğinden itibaren işin içinde olduğumuz projelerimiz de var. Ofiste çok farklı ölçeklerde bir çalışma disiplini var. Kimi zaman zaten çalıştığımız bir müşterimizin, örneğin bir şarap üreticisi müşterimizin yeni çıkaracağı bir şarabının şişesinin kutusunun tasarımını da yapıyoruz. Ya da ufak bir sabunluk, bir aksesuar da tasarlıyoruz ama aynı zamanda binlerce metrekarelik bir mimari proje de tasarlıyoruz. Bundan da çok keyif alıyoruz çünkü ofisteki o dinamik yapı, o ölçekler arası geçişlilik, mimari bir projeye iç mimari bir proje hassasiyetinde yaklaşmamızı ya da bir iç mimari projeye mimari bir gözle bakıp daha kapsamlı dokunuşlarla çok daha etkileyici mekanlar ortaya çıkarmamızı sağlıyor.
Ağırlıklı olarak yeme-içme sektörü ve konaklama projeleri yapıyorsunuz. Oransal olarak projelerinizin ne kadarını oluşturuyor bunlar?
Herhalde oran olarak bakarsak yüzde 90’ın üzerinde yeme-içme ve konaklama projeleri çıkar. Kendi içindeki dağılımında da yeme-içme projeleri ağır basar ama onun dışında da çok farklı projeler de yapıyoruz. Örneğin bir sanat galerisi yapmışlığımız da var. Ya da şu an yoğun olarak üzerinde çalıştığımız projelerden biri de bir diş kliniği mesela. Ama orada da insanların yine bizi tercih etmekteki sebebi, bizim insan ağırlamaya olan yaklaşımımız oluyor. Aslında genel olarak toplu kullanılan mekanlar diyebiliriz. Mesela hangi projelere çok girmiyorsunuz diye sorarsanız, çok kıramayacağımız birileri olmadığı sürece konut projelerine yönelmeyi çok tercih etmiyoruz. Daha geniş kitlelere hitap eden, kalabalık grupların kullanımında olan, daha sosyal mekanlarda da sadece yeme-içme ve konaklama değil, çok farklı talepler de gelebiliyor.
Mesela bizim bugüne kadar en önemli projelerimizden biri; Ara Güler Müzesi, Leica Showroom ve Monochrome Brasserie projesidir. Evet içinde bir yeme-içme mekânı var, ama bunun dışında bir sergi, müze alanı ve mağaza alanı da var.
Ya da şu an üzerinde çalıştığımız, bahsettiğim gibi bir diş kliniği projesi var. Bundan bir sene önce bize, “bir diş kliniği projesi üzerinde çalışacaksınız ve sizi en çok heyecanlandıran projelerinizden biri olacak” deseniz çok gerçekçi gelmezdi. O müşterimiz bizi tercih ederken, “bu konuda daha tecrübeli ofisler var” diye yönlendirmek istediğimizde, müşterimiz bize şöyle cevap verdi: “Biz zaten işin mesleki tarafında çok başarılıyız ve kendimize çok güveniyoruz ama biz kendimizi ağırlama tarafında geliştirmeyi arzu ediyoruz ve yaratmak istediğimiz klinik zaten bir diş kliniği gibi gözükmemeli, burada insanlar bir diş kliniğine gelmiş gibi hissetmemeli, siz bir restoranda insanları nasıl ağırlamayı hedefliyorsanız burada da insanların kendini öyle rahat hissedeceği, keyifli vakit geçireceği bir alan yaratmalıyız.” Dolayısıyla bu vizyonla yaklaşılan bir projede, projenin aslında türü ne olursa olsun, yine aynı yaklaşımla bizi ya da müşterilerimizi tatmin eden tasarımlar ortaya çıkabiliyor. Bunlar da bizim süreçlerimize heyecan katan farklı proje türleri oluyor aslında.
Peki size gelen projelerin ağırlıklı olarak yeme-içme ya da konaklama mekanları olması sizin tercihiniz miydi?
Bu, kuruluş sürecinde de üzerinde durduğumuz konulardan biriydi. Bunun yanında zaten kişisel olarak üçümüz de sürekli olarak hem İstanbul’da hem farklı şehirlerde sık sık yeni açılan konseptleri denemekten, farklı mutfakları, farklı şeflerin yarattığı dünyaları görmekten çok keyif alıyoruz. Bugün Türkiye’de aktif olarak çalışan, ismini bildiğimiz birçok şefle, piyasadaki birçok kişiyle yakın diyalog içindeyiz. Dolayısıyla danışmanlık dediğimiz şey de biraz oraya dayanıyor. Bu, biz o sektörde kimin neyi nasıl yaptığını çok iyi biliyoruz ve doğru projeyle doğru insanların bağlantısını sağlayabiliyoruz demek. Dolayısıyla böyle bir eğilimimiz oldu.
Palazzo Lounge, Kartalkaya
Kullanıcının ihtiyaçlarına, deneyimlerine ve yaşam görüşlerine odaklanan projeler hayata geçiriyorsunuz. Nasıl farklılıkları var bu görüşleri benimseyerek projelere başlamanın? Süreçler nasıl gerçekleşiyor?
Öncelikle yeni bir projeye başlayacağımız zaman, daha önceden tanıdığımız, çalıştığımız bir müşterimiz de olsa, ilk defa iş yaptığımız bir müşteri de olsa birbirimizi tanıma sürecine çok önem veriyoruz. “Biz bunu uygun gördük, burası için en doğrusu budur” yaklaşımında olan bir ofis kesinlikle değiliz. Öncelikle beraber çalıştığımız ve “süreç boyunca bizi ortağınız olarak görün” dediğimiz işverenlerimizi gerçekten iyi tanımaya ve onların bizi iyi tanımasına ve doğru zamanlarda doğru yönlendirmeler yapmaya özen gösteriyoruz. Farklı workshoplar, yazılı ya da sözlü farklı soru cevap teknikleriyle gerçekleştirdiğimiz çalışmalarla öncelikle aynı noktadan projeye bakabildiğimize emin olmaya çalışıyoruz.
Beraber çalıştığımız insanların ne yapmak istediğini çok iyi anladıktan sonra da zaten ortaya gerçekten onların ortağı gibi bakabildiğimiz, müşterilerimizin içine sinen işler çıkıyor. Bunun bir neticesi olarak da neredeyse yaptığımız projelerin yüzde 90’ında, ilk gösterdiğimiz konsept tasarım anında “tam olarak istediğimiz gibi olmuş” şeklinde onay alıyoruz.
Projelerinizden bahsedelim. Aralarında ödüle değer görülenler de var. Sizce bugün mimarlık ödüllerinin pratikte nasıl bir karşılığı ve önemi var?
Wangan olarak elde ettiğimiz ilk uluslar arası tasarım ödülü, 2019 yılında Three Quarter aydınlatma tasarımımızla New York’ta aldığımız, Interior Design - Best of Year Awards ödülüydü. Interior Design – BOY Awards daha çok iç mimari projelerinin karşımıza çıktığı bir ödül töreniydi. Daha ikinci yılımızda o ödül törenine katıldığımızda biraz şu hissiyata kapıldık: “Dünyada çok nitelikli projeler oluyor ve biz Türkiye’de bu nitelikte projeler ortaya koyabilecek miyiz? Ürün tasarımlarımızın dışında, projelerimiz de buradaki projeler arasında yer alabilecek mi?” çünkü şu an baktığımızda tasarım dünyasında Avrupa ve Amerika’nın biraz daha geride kaldığı, Uzakdoğu’da projelerin daha ilgi çekici ve gündemde olduğu bir süreçteyiz. Çok farklı bütçelerle işler yapılıyor. Türkiye’de de bu bütçeler dünyaya kıyasla giderek farklı noktalara geliyor. Kendi ülkemizde, kendi kültürümüzde yaptığımız işin iyi bir karşılığı olduğunu çok iyi biliyoruz ama dünyada da bunun karşılığı olduğunu görmek kendimize olan güvenimizi artırıyor. Sonuçta bizim yaptığımız iş, birçok mesleğin aksine lokal yapmak zorunda olduğumuz bir iş değil. Hong Kong’ta da Avustralya’da da çok rahatlıkla bir mekân tasarlayabiliyorsunuz. Biz o yüzden bir marka mantığıyla yola çıkmak istedik ve o marka ne kadar çok dünyada adını duyurabilirse, dünyanın farklı lokasyonlarından da o kadar talep size gelmeye başlıyor. Dolayısıyla markanın duyulması, markaya olan talebin artması anlamında ödüller oldukça önemli.
Onun dışında yaptığımız iş hakikaten zor ve çok meşakkatli. Bu kadar emek verilen bir işin sonucunda yaptığınız şeyin kıymetli olduğunu hissetmek hem bizi motive ediyor hem de müşterilerimize günün sonunda sahip oldukları mekânın dünya çapında ödüle layık görülebilecek değerde bir mekân olduğunu gösteriyor.