Ömrünün ilk gözağrısı mimarlık, ikinci gözağrısı şiir... Prof. Dr. Ali Cengizkan, "Şiir ve Yaşam" kitabıyla, Mimarın Kalemi'nin Eylül ayı konuğu oldu.
Fotoğraf: Enis Öncüoğlu
Kaleminden çizim değil kelimelerin sayfalara yansıdığı mimarların konuk olduğu Mimarın Kalemi söyleşi serisi; Prof. Dr. Ali Cengizkan ile devam ediyor.
Ali Hoca, "Şiir ve Yaşam" kitabına giriş yaparken; şiir üzerine yalnızca düşünmenin değil konuşma ve yazmanın da kendisi için olmazsa olmaz bir uğraş olduğunu belirtiyor. Bunun nedenini ise; şiirin ne olduğuna ilişkin fazla düşünmek, onun deneyimle, yaşantıyla olan ilişkisini kurmak, kendini anlamak ve kendinle tartışmak isteği olduğunu da ekliyor. Bu söyleşiyle, biz de, şiir arayışına bir yerinden katılmak, ortak olmak istedik…
73 yılından beri, 48 senelik, şiirle iç içe bir hayat. Kitabınızda şiir tanımını; bu kadar senenin birikiminden sonra, ayrıntılı bir şekilde, yaşanan her olaydan sonra, üzerine ekleye ekleye yapıyorsunuz. Tanımlarınızdan, benim ilk sıralarımda yer alanlar;
- Şiir, sözcüklerle davranan bir eylemdir,
- Şiir, bir yanıttır,
- Şiir, yaşamı avucumuza almaktır.
Sizin bu listeye ekleyecekleriniz neler olur?
1994-2004 arasında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda verdiğim Yaratıcı Yazma Kursları’nda çok kullandığım bir kısa Melih Cevdet Anday şiiri vardır, onunla başlayalım:
GÜVERCİN
Pencerede kopan alkış.
Dört sözcükten oluşan, ilk sözcüğü ismi olan bu şiiri çok farklı seslerle dört-beş kez okuyor ve soruyordum; bu bir şiir midir; neden şiirdir; ne aktarmaktadır; arkasında duran söyleyen kişi/eyleyen kişi, nasıl biridir/niye bunu yazmaktadır/dolaylı ya da dolaysız, ne aktarmaktadır/kim söylemiş olabilir bu dört sözcüğü/niye böyle yazmış olabilir? Bunun gibi sorularla dolandığınız zaman bu dört sözcüğün yarattığı dünyada, yaratılanın, ne denli daha büyük olduğunu hissetmeye başlarsınız. Bu analizlerin sonunda denilebilir ki, bu dört sözcüğü böyle kuran kişi, dünyayı sevmekte olan, penceredeki kuşun bile ayırdında bir kişidir. Ama dünyanın o güvercin denli parçasıdır ve belki binlerce kez tanık olduğu güvercin uçuşunun tanıklığı ile, alkış edimi arasında ilişki kurduğunda, kuşun bu nedensiz-amaçsız hareketini kendine/insantekine bağlayıp bir şey anlatma derdindedir. Bu anlattığı şey bir mutluluk an’ı olabilir; hoşnutluk anısı ya da zevki olabilir; anlakta ve bilinçte yaşanan bir ‘ışıma anının’ aktarma isteği olabilir, ve benzeri. Hatta yazan kişi, ilk yazma anında, bunu niye yazdığının farkında da olmayabilir, çünkü dünya ile ve sanatla kurduğu ilişki, kendisini bu noktaya sürüklemiş olabilir. Şiir böyle birşeydir; sözcüklerle ifade edilen bir an’a sıkışır; ifadeyi yakalayan kişinin kendi bagajına göre biçimlenir; bir anda ifade edilmezse unutulabilir; kağıda geçirildiğinde etkisi yüzlerce yıl sürebilir. Böyle bir yaratı nesnesi ile karşı karşıyayız; ancak ne yazık ki, günlük yaşamımızdaki şair ve şiir anlayışının ve onlar üzerinden yapılan ‘şair gibi incelikli’, ‘şair gibi zayıf’, ‘şiirsel bir durum’ ve benzeri benzetmelerin hemen tümü, çok sığ indirgemelerden oluşur. Bu nedenlerle, üniversite yaşına kadar gençlerin mutlaka şiiri tanımak konusunda daha ciddi adımlar atmasını içtenlikle dilerim.
Öte yandan, yine derslerde kullandığım Octavio Paz’ın “Yay ve Lir” kitabı, bize şiirin tanımının büyük bir özgürlük alanı oluşturduğunu gösterir: “Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terkediştir. Dünyayı değiştirebilecek güçte bir eylemdir şiir, doğası gereği devrimcidir: Ruhun eğitilmesi ve içsel özgürlüğün yolu… Şiir bu dünyaya anlam kazandırır, onu yüceltir; bir başkasını yaratır. Seçilmişlerin ekmeği, lanetlenmiş lokma… Şiir ayırır, birleştirir. Yolculuğa davet, yuvaya geri dönüştür. Esin, soluk alma, bedenin eğitilmesi… Hiçliğe yakarış, yoklukla yapılan söyleşi: Sıkıntı, acı ve ümitsizliktir onu besleyen. Dua, pişmanlık, tövbe, ilahi güce boyun eğiş, huzur bulma… Sihir, büyü, efsun… Yücelik, kabulleniş, bilinç-dışının yoğunlaşması” (1). O kadar ki, ne kadar şair varsa, adeta, o kadar fazla tanım sözkonusudur. İşte şiire başlamak, iyi bir şiir okuru olmak ve hatta zaman içinde yazmaya başlamak için başka bir neden…
Şair tanımlarınız ile devam edersek: "...toplumun önünde olmalı, başkalarının göremediği şeyi bilmeli, duyarlı ve her türden gelişmeye açık bir kimliği barındırmalı.”
Bir şair; “Kendisine ve başkalarına karşı sorumludur. Dünyayı teraziye koyar ve hile yapmaz.”
Siz neler eklersiniz?
Bakın bu ilk alıntı, benim kendi deneyimim olan ve aynı zamanda mimarlık eğitimimle kazandığım, mimar olarak böyle bakmayı ‘öğrendiğim’ bir değer. Ama tabii insan kendi kendisine verdiği sözlerin bir kısmını yerine getiremeyebilir. Burada önemli olan bu ‘kendine verilmiş sözlerin’, öz-sözlerin size çizdiği rota, o rotaya göre yol alıyor, dümen kırıyor, yelken açıyor, demir atıyor olmanızdır. Bunlar size ‘kendiniz olmayı sağlar’. Benim dolayısıyla şiir denizinde yol alanlara tavsiyem, kendi değerlerini bulmalarıdır. Bu da dolayısıyla şiirin ne olduğuyla başlayan bir sorgulama, algılama ve eleştirel değerlendirme noktasıyla başlar. Mimarlıkta da böyle değil midir? İyi bir eğitmen, her mimar adayına bir üslup, bir yordam, bir dünya görüşü aşılamak gibi görev yükümlenemez, çünkü mimarlık da ucu bucağı olmayan bir denizdir. Şimdiye kadarki mimarlardan öğrenebileceklerimiz vardır kuşkusuz, onların yaptıklarını yakından inceleyip, yaşamlarıyla bağdaştırıp anlamlandırmaya çalışırız.
Esas sorunuzu pas geçtiğimi sanmayın. Dönersek: Şiir, dil içinde sözcüklerle kurulan, dil içinde yol alan, en özlü söz söyleme sanatıdır. Şiir, iletişim için dili (langue) kullanır, dil (langue) ile temsil edildiği için paylaşılarak yayılma ve yaşanma hakkına sahip olur. Her şiir kendi yaşamına, yaşantısına, yolculuğuna sahiptir. Ama bunu söylerken, Foucault’nun yaptığı ayrımla, dili iletişimin tek ögesiymiş gibi daraltma yanlışına düşülür. Bir de iletişim dili (langage) vardır ki, bütün bedeni ve başka varoluş biçimlerini de kendisinde toplar ve dağıtır. Varlık nesnesinin kendi yaşamını sürdürüp konuşurken (kendisini dil içinden ifade ederken), kendi varoluşunun maddeselliğini kullanmasının ürünüdür bu. Burada başlıyor, “Şiir ideolojiktir!” tanımı…
Mimarlık ve şiiri çoğu noktada birbirine benzetiyorsunuz. Mimarlık eğitiminiz, şiirinizi (poetikanızı) ne yönde etkilemiştir? Ya da mimarlıktan şiire aktardıklarınız nelerdir?
Mimarlık ve şiir, pek çok açıdan birbirine ‘paralellik gösteren’ alanlar. Şimdilerde, yalnızca ‘yapma biçimi’ / ‘poetika’ açısından bulmuyorum bu paralelliği; her iki disiplinin de eğitim alanları; pedagojisi; eleştiri alanları; tarihleri, birbirlerine çok içsel paralellikler göstermekteler. Mimar olmak / şair olmak, diplomayla sağlanabilen nitelikler değil; mimarinin ne olduğu, şiirin ne olduğuna benzer biçimde göreli / tarihsel ve tartışmalı… Dolayısıyla iki alanın kültürel veritabanı da otaklık göstermekte; etik yanları hem güçlü ve ağırlıklı; hem de vazgeçilmez.
Örneğin, “Şairler Dövüşür” der, bir kitabının adında Mehmed Kemal. Mimarlar da dövüşür. Ama bu dövüşme, dövüşmek için dövüşmek değildir: Sizin görüşünüze aykırı bir yapma biçimi / poetikaya karşı her açıdan ve sürekli tavrınızı alıyorsunuzdur. Bu karşılıklı olarak rakibinizle (rakip de değil, muhatabınızla demek gerek) bir ölçme/biçme/değerlendirme içinde olduğunuzu gösterir. Diğer disiplinlerde nedense bu açık eleştirellik yoktur. Dışsal bir doğruya göre hareket ediliyor gibidir. Mimarlık ve şiirde ise, tırnak içinde “dövüşmemek”, eşyanının tabiatına aykırıdır. Söylediğiniz söz, ya da çizdiğiniz çizgi, ‘siz’sinizdir, her an kendi kendinizi temsil ediyorsunuzdur, sadece çizerken/tasarlarken/yazarken değil, konuşurken bile. Masanın üzerindeki bir tasarlanmış ürünü / yazılı bir şiiri, içtenlikle, kendinizi de dışlayarak, tartışabilirsiniz. ‘Zevkler ve renkler’ ise daha sonra gelir. Eğitim alanında da, eleştiri alanında da, kuramsal tartışmada da, böyledir bu. Doğal ve uygulamalı bilimler alanında ise dışsal bir dayanak, doğrulama kanalı, bir gerekçe aranır.
Şiirin devri, tabii ki, geçemez ama; içinden geçtiğimiz şu zaman diliminde, yaşadığımız toplumsal olaylar için -mültecilere, yolunu bulan sulara, 17 yıl sonra Türkiye’de ilk kez görülen bir telli turnaya ya da - şiir yazılmaması hakkında neler söylemek istersiniz?
Haklısınız. Belki yazılıyor ve dar çevrelerde kalıyor ama (ben yazdığımı söyleyemem). Çevreciler, bir destan yazıyorlar; bunu, bildiğimiz şiire dönüştürmekte zorluk çekiyoruz belki. Sistemin öğütmeye çalıştığı bireyler; sistemin çarkı kılmaya çalıştığı ve başardığı kişiler ile bazen yanyanalar. Dünya her zaman bu denli karmaşıktı sanırım, insanteki onu kendi takıntıları, düşleri, yanlış anlamaları ve önyargıları ile içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bu takıntı ve yanlış anlamaların başında, yanılgılara neden olan ama bir gün yeryüzünden silinecek olan dinler var.
Bir dizinin final sezonu ya da bir müzik grubunun son albümünü bekler gibi, ya da bir yazarın romanını, neden bir şiir yazılmasını beklemiyoruz? Toplumun geneline yayılmasını beklemek doğru olmayacaktır ama hedef kitlesi için değerlendirmenizi rica etsem.
Güzel soru. Ancak bütün dünyada şiir de ‘fiction’ sayıldığı halde, benim şiir deneyimim ‘fiction’a, / kurguya çok teğet durmakta. Dolayısıyla, son şiiri hesap etmek, sonrasında yazmamak, pek olanaklı değil. Büyük usta Cemal Süreya,
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın.
Derken, bir finale doğru gittiğini hissediyordu, bir anlamda hayattan vazgeçiş… O nedenle son şiirlerini yazdığının bilincindeydi sanırım. Göz göre göre. Hain. Ancak kurguya roman ve öykü kadar yakın olmayan şiir alanı, bu türden ‘tasarım’ların gerçekleştirilmesi için zor bir alan. Şair açısından düşündüğümüzde, her sanatçı kendi eseri ve kendi bedenini bir bütün olarak gerçekleştiriyor olmakla birlikte, kendi eliyle bir ‘son’ tasarlamaktan uzak durur sanırım.
Çeviri şiirleriniz var. Şiirin temelini dilin oluşturduğundan bahsediyoruz. Çeviri şiirler hakkında görüşleriniz nelerdir? Çeviri şiir bir yorumlama mıdır, yazıldığı dildeki anlamı taşıyarak, kaybetmeden, farklı dilde, aynı şeyleri ifade etmesi mümkün müdür?
Çeviri konusunda pek çok deyim ve atasözü vardır; İtalyanca traduttore traditore (çeviri haindir; çeviriye güven olmaz) bunların en ünlüsü. Ancak çevirmeden de olmuyor. Ayrıca, çevrilen metin, çevrildiği her dilde yeniden yaratılır. Dolayısıyla bir uçta ihanet varsa eğer, diğer uçta da, o şiirin yeniden vücut bulması, kimi zamanlarda da (gerçekten de) çevrilen metnin çevrildiği dilde, özgün dilinden daha iyi olması durumları da var. Bunun sıklığı da, ‘ihanetin’ sıklığı kadar bence! Ünlüdür, Edgar Allan Poe’nun “Annabelle Lee” şiirinin Türkçe'de kaç çevirisi vardır? Ya da Shakespeare şiirlerinin. Her çeviriden ayrı bir tad alırsınız. Bu nedenlerle ve kaygılarla, bence çeviri yapılması gerekli. En kötü çeviri bile bir okura ‘öteki dünyalar’dan ipuçları taşıyacaktır.
Kitapta, İlhan Berk ile olan bölümde, kendisine şu soruyu soruyorsunuz: “Hem tasarlamak hem rastlantısallığa bir yer bırakmak? Nasıl olacak bu iş?” Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu soruya mimar olarak yanıt vermek, mimarlar (ve de plancılar ve bütün tasarımcılar için) çok önemli bence. Türkiye’nin modern döneminde ‘tasarlamak’ çok önemli bir motto oluşturdu: “Sağlıklı, güvenli, saygın bir deneyim”i ifade etti. Türkiye’nin modern dönemi deyince 1923-1950, 1923-1990 (nedense 1986’ya, Avrupa’da modernizmin kırılmasına kayıyor aklım) gibi tarihler akla geliyor olabilir. Modern’i yargılamıyorum; ama baştacı da ettiğimi söylemiyorum: En geniş anlamında moderinzm söylemi, Türkiye gibi çeper ülkelere gelindiğinde, ‘coğrafyayı fethetmek’, ‘bütün şehirleri elegeçirmek’, ‘yıkıp yeniden yapmak’, ne olduğunu bilmeden ve değerledirmeden ‘yeni olan’ı olumlayıp kutsamak fiilerini akla getiriyor. Bugün ‘kentsel dönüşüm’ kavramının peşinden koşturan rantçı ama ‘cool’ gözükmeye çalışan müteahhitlerin arkasında böyle bir kültürel coğrafya ve birikim bulunmakta. Sonuçta, ne ‘kentsel dönüşüm’ bir dönüşüm-değişim getirmekte, ne de ortaya gelen ‘yeni’, yeni bir çevre ve iyi mimarlık.
Etkilendiğiniz (Nazım Hikmet), sevdiğiniz (Ahmed Arif, Cemal Süreya..) şairleri belirtiyorsunuz. Günümüz (sizin kuşağınızdan sonra gelen) şairlerinden beğendikleriniz var mı?
Şiir yazsanız da yazmasanız da, şiirle ilgilenmektesiniz: Alın size mimarlık/ şiir alanlarının bir paralelliği daha. Tıp alanı da benzerdir ve açıktır bu dürtülere. Bir kez alana adım attıktan ve mimar / şair / doktor olduğunuzu hissetmenizle birlikte, günlük şaşamda herşeye bu açıdan, bir mimar / şair / doktor olarak bakmaya başlarsınız. Aykırı bir yolu seçmek demek, o alandan çıkmak ve o kimliği yitirmek anlamına gelecektir çünkü. Kitaptaki ‘Belleksiz Bir Entelektüel Topluluk: Şairler’ (Sa 355-365) denememdeki bakış açım ve ilgim değişmedi henüz: Şükrü Erbaş, Can Yücel, Küçük İskender, İlhan Berk, Haydar Ergülen, Cemal Süreya, Gülten Akın, Enis Batur, Melih Cevdet Anday, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Erdal Alova, Oktay Rifat, Edip Cansever, Nazım, Behçet Necatigil, Orhan Veli, Sait Faik, Güven Turan isimlerini anmışım. Onlara Abdülkadir Budak, Didem Madak isimlerini ekleyebilirim. Şunu söylemeli: Her şair, biraz da sevdiği şairlerdir. Tikel şiirler bazında Ahmet Muhip Dıranas, Arif Damar, Metin Demirtaş, Ergin Günçe, ve başkaları da eklenmeli bu isimlere.
Genç şairleri ve genç şiirleri izliyorum. İyi olan şair de, şiir de, önemlidir; ama kimi söylesem, diğerleri bir noktada eksik kalacak. Haksızlık etmek istemem.
Son şiirlerinizi "Kırmızı Gün, Beyaz Gece'de (2009) görüyoruz. Yeniden yazmanız için ne gerekiyor (yazıyorsunuzdur mutlaka ama) ya da bir kitap çıkarmanız için; beklediğiniz bir tren ya da istasyonda bir yenilik? (“Sevgili Sincan İstasyonu” bölümünüzden yola çıkarak)
Paylaşmak istediğiniz, yayınlanmamış bir dörtlüğünüz olursa çok mutlu oluruz.
Bugün dönüp baktığımda, 1998’deki noktadan uzak olmadığımızı görüyorum. Şöyle diyordum, arkadaşlarımla da paylaşıyordum bunu: “Hep verici olduk, ortalamayı yükseltmeye, örgütler içinde üyeleri beslemeye, hep birlikte gelişmeye çalıştık. Ama bir oturup, kendi kendimize bakalım yahu. Dar bir yapılanma ile, biraz da kendimizi, dolayısıyla Türk şiirini / türkçe yazılan şiiri geliştirmeye çalışalım.”
Yaklaşık dört yıldır yazıyorum ‘yeniden’; Üç Aylık Şiir ve Kültür Dergisi Virüs’te yayınlıyorum yeni şiirlerimi. Ekim-Kasım-Aralık 2021 tarihli 9. sayısında bir şiirim daha yayımlanıyor. Ama burada sizlerle, yerimiz varsa, 2018 yılında İngilizce yazıp yayınladığım şiirin (2) Türkçesini ilk kez paylaşayım:
KIRMIZININ ANLAMI
Yannis Ritsos için
Ateş kırmızıdır sanılır, ama alevdir kırmızı olan… Kırmızıdır isyan… Sıcaklık kırmızıdır, kırmızıdır ısıl nen… Ama çalışma da kırmızıdır, bir moment, bir an ve hareket… Yürek vuruşudur kırmızı; kandır; canlılıktır kırmızı, bir akıştır, hep izinsiz olan… Kırmızı durmaya davet eder, fakat boşuna. RGB249_56_34 parlaktır; ya ne dersiniz 2028C’ye, ki o da RGB 235_51_0 olarak anılır: ama yansıtmaz kanın o yumuşak sıcaklığını, o kadife dokunuşu… Kırmızıdır arzu ve kösnü; koyalım onun da adını, Pantone 2347C: 225_6_0. Persefone kırmızıdır, doğa ana, yeraltı tanrısı Hades’in karısı: Reddedilen kızın gözlerindeki öfkedir kırmızı; oğlan da kızarır ama, ağlamadan önce… Kırmızıdır kitlelerin gazabı; kırmızımsı, kırmızı, kızıl, kan kırmızı: Bütün bunlar tenimizin renkleridir. Kırmızıya yükselir gökyüzünün tavanı, sıcak bir yaz gününde, güneyde…
Kırmızıdır yaşam…
Aralık 2018
Söyleşimizi bir şiirinizle bitirmek isterim, hangi şiirinizi paylaşmak istersiniz?
Eskilerden bir şiir, ama ‘yansıma’ yoluyla bir ‘üretim’; mekan ile zamanı birleştirmeye çalıştığım bir şiir:
ÜRETİM
Su birikintisinde bir parça bulut vardı
Su içen bir serçenin yüzü, tüyleri
Elma ağacının bir dalı ve yaprakları…
Dünyada tümü farklı uzaklıktaydı
Şimdi tümü de aynı uzaklıkta
Yani benden, su birikintisi kadar uzakta.
Bozdum bu uzaklığı, ayağımla
Sözlerimle dönüştürdüm onu bir yakınlığa.
1 Ocak 1982 (Yürüyüşler ve Duruşlar’dan)
Söyleşiniz ve derin okumanız için çok teşekkür ediyorum.
*
Notlar
1. Octavio Paz. (1991) Yay ve Lir-I / Şiir Nedir?, Türkçesi: Ömer Saruhanlıoğlu, Armoni Yayınları, İstanbul; s. 7.
2. “The Meaning of Red”: for Yannis Ritsos”, TEDU ARCH 2016-2018 Work Book, Ocak 2019, TED Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yayını, Ankara; s.7.