Zaten mimarların çizime vakit ayırdıkları gibi okumaya ve yazmaya vakit ayırmadıklarından sık sık dem vurulur.
Maalesef. 6B kalemi takarsın, önüne de bir beyaz kağıt alır, her şeyi çözersin. Tabi bu zihniyet aşırıya kaçıldığında, her bağnazlık gibi insanı arkaik bırakıyor. Bu konuda Nusret (Hızır) Hoca'ya yalvarıp yakardım ve kendisini, öğrencilerime "Kavramlar" adlı bir ders vermeye ikna ettim. Enfes bir ders verme şekli vardı. Sonradan öğrendim ki, hocanın kitabı yok, kitap yazmıyor. Her Salı gecesi öğrencilerini kendi evinde toplardı. Rahmetli Füsun Alatlı hocanın yeğeniydi ve o da gelirdi derslere.
Emekli olmasına rağmen hocaya okulda bir oda verilmişti. Gelip orada yazılarını yazsın, sonra da öğrencileri bunları temize çeksin diye. Ona rağmen yazmıyor ve söylediklerini çevresindekilerin toparlamasına bırakıyordu. Ölümünden sonra yayımlanan tek kitabı "Felsefe Yazıları"dır ve Füsun Alatlı tarafından toparlanmıştır. Bize anlattığı dersleri içerir. İki yıl boyunca derslerine girdim. Herhalde en ateşli öğrencilerinden biriydim.
Galiba felsefecileri iki kategoride düşünmek gerekiyor. Türkiye'de kimilerine filozof, kimilerineyse felsefeci deriz. Anadilleri İngilizce ve Fransızca olan dostlarımla bunu tartıştığımda şaşırıyor, "bakın bizde bu yok" diyorlar. Deyim yerindeyse filozof, "filozof doğmuş kişi"dir. Çok amiyane olacak ama bu bir Allah vergisi. Nusret Hoca öyleydi. Afşar Timuçin de öyledir. Geriye kalan çoğu düşünür için ancak felsefeci denilebilecekken -bunu küçümsemek için söylemiyorum, felsefeci bile olmak bile çetin bir iş- Nusret Hoca bize korkunç heyecan verirdi. Bir keresinde, plancı ve mimar olduğumuzu da hesaba katarak, şöyle bir soru yöneltmişti: "İnsan üç yerine iki boyutlu olsa, topografyanın eğrili bükülü olduğunu nasıl hisseder?". Yapışık gidiyorsunuz, her yer dümdüz. Benim verdiğim cevabı pek beğenmişti: "Bir yerlere bir ip tuttururum, pergel gibi daire çizmeye çalışırım, daire deforme olur" dedim. "Tamam, fena değil" dedi.
Kendisini hiçbir zaman filozof olarak adlandırmazdı ve en sevdiği laflarından biri de şuydu: "Çok iyi felsefe bilen birinin, o işi iyi yapıp yapmadığının kanıtı şudur: Eğer felsefeyi yoldan geçen herhangi bir adama anlatabiliyorsa o kişi o işi çok iyi biliyordur".
Onun için felsefeciler birtakım büyük lafların arkasına sığınıp büyük laflar etmeye çalışınca canım çok sıkılır. Fransız ekolünün büyük çoğunluğu böyledir; anlaşılmamaya çalışırlar. Örneğin Fransız asıllı eşim Olga, Régis Debray'in kitaplarını okuduğunda anlayamıyor. Oysa aynı kişiyi 10 yıl evvel bir gazetecinin moderatörlüğünü üstlendiği televizyon programında, Derrida ile tartışırken izlediğimde ben bile kendi Fransızcamla anlayabilmiştim. Demek ki özellikle anlaşılmak istemiyor.
Kafası karışık olabilir ve belki de ifadesini toparlayamamıştır.
O da mümkün. Konumuza geri dönersek, yıllar sonra 1993 yılında İstanbul'da Hüseyin Batuhan ile karşılaştım. Heybeliada'da oturuyordu. Ayda bir kere çevremdekileri de yanıma alarak kendisine ziyarete gitmeye başladım. Daha sonra ben de çevremdekileri ayda bir kez evimde toplamaya başladım. Yani Nusret Hoca'nın 1960'lı 70'li yıllarda Ankara'da yaptığını, haddim olmayarak kendi evimde uygulamaya çalıştım. Ne filozofum ne felsefeciyim. O nedenle de haddimi biliyorum. Ufak bir birikimim var ve onu paylaşmaya çalışıyorum ama her defasında da, Hüseyin Hoca gibi birilerini getiriyordum ki, çocuklar "Sümer Hoca da oturup her şeyden anlarım diye ahkam kesiyor" demesin.
Hüseyin Batuhan yılların filozofu. Bir keresinde dedim ki: "Hocam ahlak ve dini anlatır mısınız". "Ooo ne yapıyorsunuz Sümer Bey? Nereden çıktı bu Allah aşkına? Bunu anlatmak çok zor. Dünyanın şu anki nüfusu ne kadar?" dedi. Felsefeciler işte bize böyle oyunlar oynuyorlar. Altı buçuk milyar civarında olduğunu söyleyince, "Demek ki altı buçuk milyar din, altı buçuk milyar ahlak var" dedi. Bundan daha felsefi bir cevap olamaz. Haklısınız dedik ve tartışma orada bitti. Dini böyle algıladığınız zaman bağnaz olamazsınız. Herkesin kendine göre bir dini, bir ahlakı vardır.