Bu yılın başında yayımlanan "İnsan İnsanın Kurdudur" adlı kitabınızda psikolojiye duyduğunuz ilginin lise yıllarına dayandığından bahsediyorsunuz. Bu süreci aktarabilir misiniz?
Sıfır noktasından başlarsak, Sorbonne mezunu bir hanımefendi, rahmetle andığım hocam Mehpare Tevfik Taşduman, Vefa Lisesi'nde psikoloji öğretmenliği yapmaya talip oluyor. Ben de o zaman lise ikinci sınıftaydım. Bu bizim için büyük bir şans oldu. Hakikaten çok değerli bir insandı ve psikolojiye ilgimi uyandıran da odur. Öte yandan rahmetli büyük ablam da bu konularla çok ilgiliydi. Evdeki yaşantımızda onun da etkisi olmuştur ama Mehpare Hoca'nın katkısını unutamam. Onun tavsiyesiyle yavaş yavaş okumalara başladığımı da hatırlıyorum. Sonra da bu merakım devam etti.
Bedri Ruhselman adlı doktor kökenli bir üstadın "Ruh ve Kainat" diye bir kitabı vardır. Bizim kuşak Osmanlıca'yı çok iyi bilir diye geçiniriz. Ama benim dahi zor çözdüğüm bir kitaptır bu, Osmanlıcası ağırdır. Üstelik de 500-600 sayfalık kallavi bir kitap. Onu büyük bir merakla satır satır okumuşumdur, çünkü ruh olayını başka boyutlarıyla ele alır. Bugünkü ruhbilimi değil de ruhun ne olduğunu anlatmaya çalışır.
Felsefi bir metin mi?
Felsefi değil de metafizik ağırlıklı. Yazar tıp kökenli olduğu için amiyane tabirle ‘palavracı' diyemiyorsunuz. Çok çekişmeli, ikilemli bir ortamda okumuşumdur o kitabı. Ama hala değerli bulduğum yönleri vardır. Ruhun varlığını kanıtlamaya çalışır; "Kişi öldüğünde, fiziki olarak, cesedinin üstüne belli bir seviyede bir ışık huzmesi çıkar ve bu görülür" der. Ruhselman, tıbbı 1920'lerde Çekoslovakya'da okumuştur. Daha sonra Fransa'da müzik tahsil etmiş ve Türkiye'ye gelmiştir. Çok enteresan bir insandır.
Tam da "müzik ruhun gıdasıdır" tabiriyle örtüşen bir eğitim olmuş…
Evet. Zaten Türkiye'de uzun yıllar müzik hocalığı da yapmış. Sonradan bu işlere el atıyor. Ben kitabını okuduğumda henüz hayattaydı. Tarikat şeyhi demeyeyim, üstadı fazla küçümsemiş olurum ama müritleri, yani ona taparcasına bağlanmış bir grubu vardı. Onlara öleceği günü söylediği ve öldüğü tarihin saatine kadar bu tarihe uyduğu rivayet edilir.
Bu konular beni hep ilgilendirmiştir. O zamanki kafamla çok da şüpheci bakamıyordum, daha naif yaklaşıyor, "Demek böyle insanlar da var. Ruhları çağırıyorlar, onlarla konuşuyorlar" diyordum.
Peki psikolojiye bu kadar merak duyarken nereden mimarlığa kaydınız?
Babam inşaat yaptırıyordu. Bugünkü Karadenizli vatandaşları küçümsemek amacıyla söylemiyorum ama Laz kalfa kafasında bir insan değildi. Kendi kuşağında, Nevşehir gibi bir yerde lise tahsil etmiş, az buçuk Fransızcası olan, Arapça ve Farsça'yı ise çok iyi bilen biriydi. Tarih ve edebiyatı iyi bilirdi. Bu yönleri beni hep çok etkilemiştir. Sanıyorum meslek de beni o anlamda çekti. Çünkü ilkokul talebesiyken yazları beni inatla şantiyeye götürür, gölgede oturturdu.
Babamın ilk evliliğinden dünyaya gelen ağabeyimi de sayarsak 3 oğlan, 3 kızız. Ben sonuncu oğlanım. Bir de başarılı bir çocuğum, sınıf birincisiyim. Kendime buradan pay çıkarıyorum ama… (gülüyor). Peder için iftihar vesilesi oluyordum ve bu nedenle de beni çok sık şantiyeye götürüyordu. Ama şantiye hayatına daha o yaşlardan ısınamadım. Yani babamın yolunu seçtim ama uygulama alanına pek girmedim.
Mimarlık okurken kariyere kalmak planladığınız bir şey miydi?
Daha lise çağındayken, Fatih'te, bizim sokaktaki zengin ailelerin –fakir değildik, ama orta halliydik- çocuklarına İngilizce ve matematik dersi verir, para kazanırdım. Hocalık merakım belki de oradan filizlendi diye düşünüyorum. Neden uygulama alanını değil de akademik kariyeri seçtiğimin yanıtı olarak bunu gösterebilirim. Bir yandan da babamın, bütün becerikliliğine karşın, ticari kafası olmamasından dolayı hüsrana uğradığını gördüm ve sanırım bundan –en azından bilinçaltı düzeyinde- ders aldım.
Kariyere kalmaya beni iten diğer bir neden de, büyük ağabeyimdir. Çok yetenekli bir insandı, yapamadığı şey yoktu. Fakat bu yeteneğine rağmen kendini disipline edemedi. Annemle babam da onu yönlendiremeyince kaybolup gitti. Müthiş müzik ve edebiyat yeteneği vardı. Olağanüstü bir ressamdı. Bu kadar çok şey olunca da hiçbir şey olamadı. İş ve İşçi Bulma Kurumu'nda müdürlüğe kadar yükseldi ama bence kaybolmuş bir değerdir. Ben onun kadar yetenekli değildim ve sanırım onun o durumu beni okumaya itti. Herhalde içimde de öyle bir heves varmış. Babamın şantiyelerde ustalar ve işçilerle yaşadığı sıkıntıları görünce mimar olup da şantiyeci olmamamı ve de doğru dürüst okuyabilmemi bu iki olaya borçluyum diye düşünüyorum.