Hanife Zorlu Mimarlık'ın kuruluş hikayesini paylaşabilir misiniz?
Mimarın imzası kendi adıdır. Öncelikle buna inanıyorum. 1989 yılında üniversiteyi bitirdiğim zaman, devlet memurluğuna başladım. KKTC İskan Bakanlığı Şehir Planlama Dairesi'nde iki yıllık bir çalışma dönemim oldu. Aynı dönemde ilk ofisimi de açmıştım ve bir yandan serbest çalışmalarımı da yürütüyordum. İki yılın sonunda Planlama Dairesi'nden istifa ettim, çünkü o tür yerlerde köreliyorsunuz. İnsanlar genellikle, "devlet memuru ol, hayatın kurtulsun, şartları da iyi" zihniyetine sahip. Fakat benim hiçbir zaman "güvencem olsun da oturayım" gibi bir önceliğim olmadı. Biraz zor zamanların insanıyım, seviyorum zorlanmayı… Zaten diğer sanat dallarında olduğu gibi mimarlıkta da çok fazla rahatladığınız zaman yaratıcı olamıyorsunuz. Mimarlıkta yaratıcı olmanız için ekonomik kaygılarınızın da olmaması gerekir aslında. Böyle bir şey olmasına karşın mimarlık ticari değildir. Türkiye'de ise mimarlık ticariye dönmüştür.
İstifa edince, İstanbul'a geri döndüm. Kıbrıs'ta çok iyi projeler yapıyordum fakat bana dar gelmeye başlamıştı.
Bu iki sene zarfında hep Kıbrıs için mi proje ürettiniz?
Evet, mezuniyetimden sonra ne Türkiye ne de başka bir ülke ile bir bağlantım oldu. Çünkü bizlere öyle öğretildi. Okulunu bitirirsin, ailenin yanına gidersin, onlar da yaptığın işi görür ve seninle gurur duyar. Oysa artık dünya küçüldü. Nerede olursan ol fark etmiyor. Ben de iki yılın sonunda bu durumun bana göre olmadığına karar verdim. Öğrencilik yıllarımdan itibaren çalıştığım için Kıbrıs'ta da hiçbir şekilde iş sıkıntısı çekmedim. İlk gelen proje büyük ve iddialı bir projeydi.
Orada ne tür projeler ile uğraştınız?
Apart oteller, özel konutlar, apartmanlar vardı o dönemde. Şimdi konular daha farklı, ölçekler daha büyük. O zaman toplumun ihtiyacı neyse onu yapıyorduk. O dönemde çok fazla yeni otel de yapılmıyordu, eski oteller restore ediliyordu. Bir de Asil Nadir'in dış kaynaklı projeleri vardı. Onun dışında çok büyük ölçekli projeler zaten yoktu. Şu anda da İstanbul'la hiçbir şekilde kıyaslanamaz orası. İstanbul, tüm keşmekeşine rağmen, büyük şehir olarak çok daha yaşanılır bir ortam sunuyor. Kıbrıs ise, denetimlerin azlığı nedeniyle çok sağlıksız bir yer. Tarımda kullanılan ilaçlar yüzünden kanser vakaları had safhada. Ölüm oranı çok yüksek.
Hayvancılıkla uğraşan bir köyde hortum oldu, amyant çatılar uçtu ve ciddi bir çevre sorunu ortaya çıktı. Bütün o amyant etrafa yayıldı, gelişigüzel toplayıp toprağa gömdüler. Yurtdışındaki çevreciler veryansın etti, çünkü asbest çok büyük bir tehlike. Birçok binada halen yoğun bir şekilde kullanılıyor. Bu da Kıbrıs'ın sağlık açısından ne kadar sorunlu bir ülke olduğunu ortaya koyuyor.
Ben elimden geldiğince, mimari açıdan yeni çözümler sunmaya çalışıyorum. Çevreye duyarlı bir projemde, müşteri "bunu nasıl yapacağım" diye çekiniyor, yenilikler korkutuyor. Kaç senedir güneş ve rüzgar enerjisinden faydalanılması gerektiği konusunu dile getiyorum, yasası yeni çıktı. Hatta planlarım arasında, Kıbrıs'ta kendim için bir pasif ev yapmak da var.
"My Local Greenhome"
Yurtdışındaki örnekler, yaşam kalitemizin ne kadar farklı olduğunu, insana verilen değerin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor.
Amerika'daki bir stadyumun nasıl söküldüğünü inceledim. Çimleri parça parça kaldırıp başka bir parkta kullanıyorlar. Bazı oturma bölümlerinde kısım kısım asbest plakalar var. Tespit edilmesi zor olmasına rağmen onları tek tek belirleyip, çok özel işlemlerle söküp ondan sonra stadın yıkım işini gerçekleştiriyorlar. Türkiye'de bu yapılıyor mu? Ali Sami Yen Stadyumu söküldüğü sırada yoldan geçerken fotoğraflarını çektim. O toz bulutu uzun süre orada kaldı. Nasıl söktüler bilmiyorum, bunlara dikkat edildi mi, atıklar nasıl imha edildi acaba?