İstanbul Tekstil Ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İTKİB), İstanbul Moda Akademisi ve Moda Tasarımcıları Derneği (MTD) tarafından bu sene ilki gerçekleştirilen üç günlük moda etkinliği "İstanbul Fashion Days", mekan seçiminden sunduğu koleksiyonlara ve hatta defile detaylarına kadar buram buram "mimarlık" kokuyordu. Taşkışla'nın tanıdık koridorlarını yepyeni bir mekana dönüştüren Moda Günleri, çoğu zaman bizlere "fakültemizde" olduğumuzu unutturdu. Karşılığında ise bu iki tasarımsal disiplinin yadsınamaz geçişkenliğini ve muğlak birlikteliğini hatırlattı. Etkinliğin, hiç şüphesiz, hem "kentte moda" hem de "modada kent" üzerine anlatacak çok şeyi vardı.
Moda Günleri'nin tasarımsal üretimlerini karakterize eden bir şey var ise, o da sergilenen hemen tüm koleksiyonlarda ve onların tanıtım metinlerinde karşımıza çıkan "mimari detay" oldu. Bu, elbette etkinliğin odaklandığı 2009-2010 Bahar-Yaz modasında genel trendin strüktüralizme doğru kayması ile ilişkili bir sürprizdi. "Modanın en mimari sezonu"nda, yüzeyler halinde birbirine eklenmiş ve neredeyse topolojik bir geometri ortaya koyacak şekilde katlanmış tekstiller gözümüze çarpıyordu. Kıyafetlere ait detaylar, nakış ve boyamadan çok daha öteye taşınıyor, birer bezeme ve hatta rölyef gibi şekilleniyordu. Gizia koleksiyonundaki kitsch-modernizm Graves'i, Elaidi ve Kaprol kıyafetlerinde gördüğümüz strüktüralizm ve non-standart geometri Libeskind ile Eisenman'ı, Hakan Yıldırım'ın çizgileri ise omuz ve kalçayı vurgulayan neredeyse "aerodinamik" detayları ile Piano'yu hatırlatıyordu. Belki daha da vurgulu olanı şuydu: Tüm parlaklık, ihtişam, karmaşa ve nostalji bir araya geldiğinde moda, bize gerçekten şehri anlatıyordu.
Fakat Moda Günleri'nde, kent ile moda arasındaki güçlü bağı yansıtan detaylar, moda tasarımının sezona özgü genel geçer çizgilerinden ibaret değildi. Mehtap Elaidi "Yollar" başlıklı defilesinin izleyicilerini, Büyükdere Caddesi'nden Boğaz şeridine, oradan da Belgrad Ormanları'na uzanan bir yolculuğa çıkarıyordu. Arka planda dönen bu video görüntüleri aynı zamanda da koleksiyonun ağırlıklı renkleri değiştikçe farklı filtrelerle sergileniyordu. Pastel/natürel tonlardan kırmızılara, maviden beyaza dönen "İstanbul", modanın rüzgarı ile kokusunu, dokusu ile de rengini değiştiriyordu.
Arzu Kaprol defilesinde karşımıza çıkan kentsel referanslar ise, daha soyut bir mimari anlatıma doğru evrildi. Arka planda dönen dinamik 3d/2d grafikler, Zaha'nın bilgisayar destekli mimari anlatımlarından esinlenilmiş gibiydi. Kuş cıvıltıları ile açılan defilenin giderek yükselen bir tempo ile sentetik "drum'n base" müziğe sahne olması da, Elaidi'nin görsel yolculuğunun işitsel bir versiyonunu ortaya koyuyordu. "Kentli kadın" için yaratılmış bu koleksiyon, bize şehrin tüm dinamiklerini ve birbirini bütünleyen ögelerini gösteriyordu.
Ramsey ise, Kaprol'un kentli kadınını "kentli erkek"e çevirerek çok daha doğrudan göndermelere soyunuyordu. "İstanbul" temalı koleksiyon, kentin gündelik yaşantısı, gece hayatı ve kültürel patinalarına yoğunlaşan üç parçadan oluşuyordu. İstanbul'un kültürel ve toplumsal karmaşasını ve renkliliğini yansıtan bu moda gösterisi, Galata çevresinden yoğun griler ve derin mavileri, Taksim ve Boğaz'dan ışıltılı beyaz ve siyahları, Dolmabahçe Sarayı ve Mısır Çarşısı'ndan ise farklı tekstil dokuları ile toprak tonlarını getiriyordu. Bir diğer sürpriz de "Ramsey London" isimli koleksiyon oluyordu.
Gizia defilesinde strüktürel kesimlere eşlik eden ve "cesur" olana abartılı bir drama getiren parlaklık, "kentin ışıkları"na eklektisizm katıyordu. Sarı, kırmızı ve mavi doğal taşların parıltıları, Hakan Yıldırım defilesinde birden bire arka plana kayıyor, eklektikten Disco Pop-Art'a evriliyordu. Moda tasarımının ve tasarımın kendi gösterisini tasarlayışının, mimarlıktan ve onun sahnesi olan kentten nasıl soyutlanamayacağını gösteriyordu.