Mimarlar Odası İzmir Şubesi kurucu meclis üyesi olarak görev almış, İMARA Mimarlık'ın kurucu ortaklarından Yüksek Mimar Numan Cebeci, yurtdışında, Malezya, Mısır, Suudi Arabistan ve Yemen gibi İslam ülkelerinde yapmış olduğu geziler ve orada yürüttüğü incelemeler sayesinde, dini yapı mimarlığı ve din-kent ilişkileri üzerine düşünen bir isim. TED Ankara Koleji ve ODTÜ Mimarlık mezunu Cebeci, 1980-1987 yılları arasında Cidde Kral Abdülaziz Üniversitesi 'nde öğretim görevlisi olarak çalışmış ve çok sayıda atölye dersi vermiş. Cebeci, günümüz mimarlığının dini yapılar üzerine bir şey söylemekte yaşadığı güçlük, İslam mimarlığında yaşanan sıkıntılar ve ibadethane ile kent ilişkisi üzerine kendisine yönelttiğimiz soruları yanıtladı.
Çağdaş kentli, neden ibadet için geleneksel kalıplarla sınırları çizilmiş, pre-modern dünyaya ait estetik ve yapısal özellikler taşıyan, günümüz dünyası için bağlamsallığını yitirmiş olduğu düşünülebilecek bir ‘kendini gerçekleştirme' mekanı arar? Dinsel yapıları, mimarlığın tıkanma noktası olarak yorumlamak sizce ne kadar doğru?
Çok basit: ‘Çağdaş kentli', bir mimar müdahalesi olmadan, kendi kendine düzenlediği iç mekanında ‘günümüz dünyası için bağlamsallığını yitirmiş olduğu düşünülebilecek bir ‘kendini gerçekleştirme' mekanı' aradığı için! Hani şu, BMW'sinin direksiyonuna geçip de emniyet kemerini bağlamayan, yol boyu cep telefonu ile konuşan ‘çağdaş kentli'. Hani, marka giyip de ayakkabısının arkasına basıp yürüyen ‘çağdaş kentli'.
Soru, bir yönden haklı ve doğru olmakla birlikte, bir diğer yönden de önemli ölçüde eksik: "günümüz dünyası için bağlamsallığını yitirmiş olduğu düşünülebilecek" mekan arayışı sadece dinsel yapılarda karşımıza çıkmıyor ki! Kullanıcının veya ‘gerçekleştirici'nin tasarımcıyı veya tasarımı yönlendirme şansı ya da gücü bulduğu bütün alanlarda bu sorunla karşılaşıyoruz. Üniversite kampuslarından şirket yönetim binalarına, fabrikalardan konutlara, devlet yapılarından siyasi parti genel merkezlerine kadar uzanan geniş yelpazenin neresine bakarsanız bakın, çok büyük ölçüde bu sorunu karşınızda bulursunuz. Mimar'ın, iyi kötü, ‘dış'ını kurtarabildiği yapıların pek çoğunun, mimar müdahalesinden ‘kurtarılmış' tefrişinde de aynı sorun karşımıza çıkmaktadır. Bir Berger koltuğun günümüz dünyasının mekanında ne işi var? Popüler dekorasyon dergilerini karıştırın: kalburüstü denilebilecek kesimin (sanatçılar, zenginler, sosyete, …) iç mekanlarında ‘sözüm ona klasik' mobilya ile döşenmemiş bir salona nadiren rastlıyorsunuz.
‘Çağdaş Kent', eğer sadece birkaç ana cadde ile iki-üç alış veriş merkezi değilse, ‘kent' dediğimiz bu ‘aglomerasyon'un büyük çoğunluğu, genelde "pre-modern dünyaya ait estetik ve yapısal özellikler taşıyan, günümüz dünyası için bağlamsallığını yitirmiş olduğu düşünülebilecek ‘kendini gerçekleştirme' mekanları" ile kaplanmış durumdadır. ‘Dini yapılar' denince şehirdeki bütün çirkinlikler gözümüze takılıyor ama söz ‘sivil yapılar'a geldiğinde, birkaç tane öne çıkmış ‘designer' yapısıyla kendimizi avutuyoruz. ‘Arka sokaklar'daki tablo, aslında bir hayli hazin ve en az dini yapılar kadar kaygı verici. Gerek arka gerek ön sokakların iç mekanlarında ise daha da hazin. Pek çok ‘çok yıldızlı' otelin oda tefrişleri de aynı sınıfa giriyor. Mimarlığımızın tıkanmamış damarı yok gibi.
Bir cami yapısının çağdaş bir mimarlık diline sahip olması sizce ne demektir, veya ne demek değildir? Nasıl bir kavramsal ve yapısal gereklilik ortaya koyar? T. Cansever'in cümleleriyle "Kubbe gibi köklü geleneksel anlamlar taşıyan bir şeyi, canımızın istediği gibi modernleştirebileceğimize duyduğumuz inanç, sağlıklı mıdır?"
İslam'ın önemli ilkelerinden üçü: tevazu, israftan kaçınmak (tasarruf) ve dürüstlüktür. Bir müsülümanın, hayatının her alanında, daha bir çok başka ilke yanında, bunlara uyması gerekir; çevreyi ve onun elemanlarını şekillendirirken de. Dolayısıyla, müslümanların binalarını, yollarını, köprülerini, parklarını yaparken, gösterişten ve israftan kaçınmaları ve dürüst olmaları beklenir. ‘Dürüstlük'ü burada, eldeki malzeme ve teknolojinin kullanılış ve bu kullanılışın yansıtılış biçimi bağlamında kullanıyorum. Siz betonarmeyi yığma taş üslubuyla kullanır, bakıldığı zaman da yığma taş zannettirmeye çabalarsanız, bu çabanıza İslami bir çerçevede yer bulamazsınız. Üç'e maledilebilecek şeyi, gereksiz ilaveler ve tavırlar sonucu beş'e, sekiz'e, on sekiz'e maledersiniz bunun İslam'la irtibatını kuramazsınız. Amaç ibadet mekanı düzenlemek iken ‘dosta, düşmana nisbet' havasına kapılır, ‘ihtişam'a yönelirseniz, çağın içinde nasıl yer bulursunuz bilemem, ama İslam'da buna yer bulamazsınız. Bir cami yapısının, veya herhangi bir yapının, çağdaş mimarlık dilinin ‘gramerini' onun ‘kabuğunda' değil ‘ruhunda' aramak gerekir. Bu arayış tek başına mimarları veya sanat tarihçilerini aşar; din alimleri ile birlikte çalışılması gerekir.
Bir cami yapısının çağdaş bir mimarlık diline sahip olması ile herhangi bir yapının çağdaş bir mimarlık diline sahip olması arasında, İslam akidesi, İslam dininin prensipleri açısından hiçbir fark yoktur: Çünkü İslam'ın temel prensip ve düsturları arasında cami ile ilgili hiçbir özel "biçimsel" emir, talimat, hatta ima bulunmamaktadır. Bu yüzden,bugün cami ile adeta özdeşleştirimiş bulunan biçimsel ve tektonik özellikler "dini" değil "kültürel" ürünlerdir; cami'nin neredeyse "olmazsa olmazı" konumuna sokulmuş bulunan kubbe, İslam'ın doğduğu ve yayıldığı coğrafyanın ve toplumun bir yapı formu değildir. Kubbe, kemer ve tonoz (daha önceleri tek tük görünmüş olsalar da) mimarlık ve yapı dünyasına Roma medeniyetinin bir armağanıdır. Kubbe müslüman -ve dolayısıyla cami- mimarisine, fetihlerle genişleyen İslam coğrafyası Roma medeniyeti eserlerine ulaştığı zaman girmiştir. Dolayısıyla da İslam'ın bir emrini veya tavsiyesini yansıtmamakta, müslüman toplumun ona, asırlar zarfında yüklemiş olduğu anlamı taşımaktadır. Yani, Turgut Bey'in de ifade ettiği gibi, "geleneksel"dir, "İslami" değil.
Diğer taraftan, "köklü geleneksel anlamlar taşıyan şey" bizatihi "kubbe" değil, kubbenin geçmişimizdeki yorumudur, bütün içindeki, kompozisyon içindeki yeridir. Yoksa kubbe evrensel bir form ve yapıdır ve tarihte, yığma yapı yapmış olan neredeyse bütün toplumlar ve kültürler tarafından kullanılagelmiştir. Kubbe bugün de dünyanın her tarafında, her türlü yapıda kullanılmaktadır; dini olsun olmasın. Kullanılmaya da devam edecek, değişen malzemeler ve gelişen teknoloji ile birlikte yeni şekiller ve yorumlar kazanacaktır.
‘Kubbeyi yere koymak', yani U. Tanyeli'nin tanımıyla "Osmanlı merkezi planlı camisini, minareyi ve kubbeyi aynı yere koyarak, fakat tüm tarihselci detayları zımparalayarak başka bir zemine oturtmak", riyakarlık mıdır?
Osmanlı cami mimarisi (özellikle de Sinan), yığma yapıda ulaşılabilecek "zirve"yi temsil etmektedir. O dönemde, kubbe büyüklüğünde yığma inşaatın müsaade edeceği en büyük çapa ulaşılmış, bunun gerekli kapalı alan için yeterli olmaması durumunda da yarım kubbeler ve kubbecikler yardımıyla üst örtü -dolayısıyla alan- genişletilmiş, klasik Osmanlı merkezi plan kurgusu ortaya çıkmıştır. Bugün elimizde bulunan malzemeler ve teknoloji, yığma yapıdan daha geniş açıklıklara imkan tanır ve farklı kurguları (yapısal ve mekansal) hem mümkün kılar, hem de gerektirirken, bir yandan bunları kullanıp bir yandan da klasik kurgu ve biçimlerin taklidinde ısrar etmek elbette riyakarlıktır; daha önce sözünü ettiğim dürüstlüğe aykırıdır. Klasik Osmanlı cami ve mekan biçimlenmesinin insan psikolojisi ve "namazda huşû" üzerindeki etkileriyle ilgili bugüne kadar herhangi bir bilimsel yazı okumadım; eğer varsa, bu benim eksiğimdir. Kubbeli ve kubbesiz camilerde çok farklı duygularla namaz kıldığını söyleyen "halis" bir müslüman varsa, onun anlatacaklarını da dinlemeyi çok isterim. İslam'ın, müslümanlar tarafından yapılmış ilk ibadet yapıları olan, Medine'deki Kuba Mescidi ve Mescid-i Haram (Peygamber Efendimizin mescidi), üst örtüleri hurma dallarından yapılmış olan çok direkli, düz çatılı yapılardı ve, herhalde, İslam tarihinde namaz en büyük huşu ile o dönemlerde bu mescidlerde kılınmıştı.
Diğer taraftan, "kubbeyi yere koymak"tan söz ederken, mesela Vedat Dalokay'ın Kocatepe önerisini Osmanlı kubbesiyle aynı safa yerleştirmek, onu ve ona benzer yapıları "yere konmuş kubbe" olarak değerlendirmek çok ciddi bir yanlış olur: Dalokay'ın Kocatepe'si, yığma taklidi bir "kubbe" değil, betonarmeyi kendi "ahlakı" dahilinde kullanan bir "kabuk"tur. Yani, "basınc"ın yanısıra "gerilme"ye de karşı koyabilen ve buna göre şekillenmiş bir yapıdır. Bu yönüyle hem "dürüst"tür (eğrisi küre parçası değil paraboloiddir-daha doğrusu 'catenary') hem de yığma ile ulaşılamayacak (40 m.nin üzerinde) bir diyagonal ayak açıklığına sahiptir. Bu zarif yapının inşa edilememiş olmasını büyük bir kayıp ve çağdaş cami mimarimizde (istemeyerek de olsa) muhtemel atılımların önünü kesen "caydırıcı" bir faktör olarak görürüm. Talebelik yıllarımızda test maketi halâ ODTÜ İnşaat laboratuvarlarının otobüs durağına bakan camekanı önünde dururdu ve ne yazık ki tasarım statik testlerden başarı ile çıkamamıştı. Dalokay'ın Kocatepe Camii benim gözümde, yere konmuş bir kubbe değil, bilakis yerden, kendi mantığı ve "ahlakı" içinde, "fışkırmış bir kabuk"tur. İnanıyorum ki, şayet o yapı yapılabilmiş olsaydı pek çok tasarımı (ve cemaati) etkiler ve sürükler, Türk cami mimarlığı bugün çok farklı bir yerde olurdu. O yıllarda Kocatepe Camii Yaptırma Derneği Yönetim Kurulu'nda görev yapmış olan babam, kamuoyunda bilinenin aksine, Yönetim Kurulunun o binanın yapılamamış olmasından büyük üzüntü duyduğunu söylerdi.
"'Cemaatin' benimseyebileceği "kısır" çağdaş cami örnekleri verilmeye başlanması halinde bile bu evrimin topluma etkin bir şekilde yayılması, korkarım, birkaç onyılı kapsayacaktır"
21.yy'da, İslami ibadet mekanlarında halen süregelen Süleymaniye replikalaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 14. yy'a kadar coğrafyasına, kültürüne ve toplumsallığına göre yeni çözümler üreten İslam toplumu, sizce bugün din bağlamlı yapı üretiminde bir çıkmazda mıdır?
İlk başta da konuştuğumuz gibi, sorun sadece dini yapılarla ilgili bir sorun değil aslında. Günümüzde hangi alana baksanız –belki gecekondu dışında- "Türk Malı" bir çözümle karşılaşamazsınız. Genelde yapılan, "batı"yı izlemek ve "kotarılabildiği kadar" burada "uygulamak" olmuştur ('uygulamak' burada kopyalamak'tan yorumlama'ya kadar geniş bir yelpazeyi temsil ediyor). Uğur Tanyeli'nin de belirttiği gibi, Turgut Cansever bu dönemde bize ait bir söylem üreten tek mimarımızdır. Öte yandan cami, "ilham" kaynağımız olan "batı"da pek örneğine rastlanmayan belki de tek yapı türüdür; öyle ki batılı mimarlar bile bu konuda oldukça tutuk, kararsız ve çaresiz görünmektedirler. Hatta, daha fazla çabaladıkça daha fazla saçmalamaktadırlar.
Türkiye'de ise, camiyi tasarlayan grup ile camiyi kullanan (önemli ölçüde de aynı zamanda onu gerçekleştiren) kitle birbirinden çok farklı kültürlere sahip, birbirini anlamaktan oldukça uzak iki kitledir. Bunda iki tarafın da yanlışları, kusurları vardır. Ama neticede, biz bugün, çağdaş cami olarak bile, halâ bundan 50-60 yıl önce yapılmış olabilecek ve yapılmış olması gereken yapılar yapıyoruz; kabul görsün, reddedilmesin, gelecek için atlama taşı olsun diyerek. Çünkü bu yapılmadığı zaman, yani "Cemaat"in benimseyebileceği bir ara çözüm üretilmediği zaman, gidip "Diyanet" projesi diye adlandırılan tip projeleri inşa ediyorlar.
Bu durum, yani mimarlığın dini yapılar üzerine yeni bir şey söylemekteki güçlüğü, İslam'dan mı kaynaklanıyor? Yoksa söz konusu olan Türkiye'nin yapısal bir sorunu mu?
Biz, hangi yapı grubu üzerine, ister evrensel ister yerel planda yeni bir şey söylemişiz ki, söz dini yapılara gelince "dilimizin tutulduğundan" bahis açalım? Cami'nin nasıl yapılacağı, ya da nasıl yapılmayacağı konusunda hiçbir direktifi olmayan İslam, nasıl olur da "tutukluluk" sebebi olarak görülebilir ki? Diğer taraftan, demin ifade ettiğim gibi sorun sadece Türkiye'nin bir sorunu da değil; doğudan batıya, müslim-gayrimüslim, dünyanın bütün kültürlerinde bu tutukluk söz konusu. Batı toplumu, kilise mimarisinde sergilediği "geçmişin gölgesinden sıyrılma" kıvraklığını, iş camiye gelince gösteremiyor. Frederick Gibberd'ın Londra Camii, aynı mimarın Liverpool Katedrali yorumu yanında çok zavallı kalıyor. Paolo Portoghesi'nin Roma Camii ise benim gözümde çaresiz bir bocalama. Bu projede, çok sayıda büyükelçi, bürokrat, vs. gibi mimar olmayan kişinin de yer aldığı mütevelli heyeti, belli ki, burnunu, ağzını, aklını, isteğini epeyce işin içine sokmuş; ama olsun, sonuç, bana göre, "dağ fare doğurdu" kabilinden tam bir fiyasko.
Bugün tutarlı yeni bir şey söyleyememek, aslında, bundan en az 70-80 yıl önce yavaş yavaş söylem değiştirmeye başlayamamış, yani o evrimi "tedricen" yaşayamamış olmaktan kaynaklanıyor. Açığı birden kapatmak için atılmaya çalışılan büyük adımlar da yüz üstü kapaklanmalar, en iyi ihtimalle "ben yaptım oldu" türü dudak büktürücü yorumlarla sonuçlanıyor. Çözüm belki de "şanlı geçmişin ihtişamını" bir süreliğine görüntü alanından uzaklaştırıp en başa, temellere dönmekte yatmaktadır (burada görev daha çok "cemaat"e düşüyor). En çok hoşuma giden çağdaş camilerden Dubai'deki Bin Madiya Camii'nin mimarının bir Yunanlı (Alexandros Tombazis) olduğunu öğrenmek, itiraf edeyim, bende çok büyük şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Tombazis, güçlü ve etkileyici bir cami mimarisi geçmişi olmayan Dubai'de, o yapıyı yapabilmiş. Ama Türkiye'de, hele de bir "Cami Yaptırma Derneği" karşısında en ufak bir şansı olmazdı korkarım. Mimarlığın dini yapılar üzerine tutarlı bir yeni söylem geliştirebilmesi için "Cemaat"le mimarlar arasındaki kültür uçurumunun doldurulması, hiç değilse iki yaka arasına sağlam bir köprünün kurulması gerekir. Aksi taktirde, bundan onyıllar sonra hala aynı konunun tartışılıyor olması kaçınılmazdır.
Şu görüşümü de burada hemen belirteyim: kısa zamanda -biz mimarların içimize pek fazla sinmese de- "Cemaatin" benimseyebileceği "kısır" çağdaş cami örnekleri verilmeye başlanması halinde bile bu evrimin topluma etkin bir şekilde yayılması, korkarım, birkaç onyılı kapsayacaktır. Aksi halde, yani "kısır" örnekleri yetersiz veya gereksiz bulup, elimize geçecek nadir fırsatlarda "gerçek gönlümüzdeki"ni ortaya koymamız halinde ise çok daha uzun. İşveren'in, bizim gönlümüzdekini daha kolay kabul edebilecek bir takım kurumlar olması durumunda şansımız -Cumhur Keskinok'un IFRAA ödüllü TEK Kampusu camiinde olduğu gibi- biraz yükseliyor. Ne var ki bu tür şanslar çok istisnai; çoğunluk "cemaat" yani dernekler. O yüzden, daha fazla camiyi "kurtarabilmek" için "siyasi" davranmak ve onlarla sıcak bir diyaloğu sağlayıp koruyacak şekilde adım atmak gerekiyor.
Bu arada, yanlış izlenim uyandırmaması için "kısır örnek" ifademi resimlendireyim: geçtiğimiz yılın sonlarında gündemin üst sıralarında yer tutan, Hayati Tabanlıoğlu'nun -çok beğendiğim- Çankaya Camii (neyse ki yıkılmaktan kurtuldu) benim"kısır örnek" tarifim içine girer. Onun yapıldığı tarihten bu yana, akıllıca bir evrim temposu içinde benzer örnekler verilebilseydi, bugün durum çok farklı olurdu.
"Türkiye'nin ilginç bir paradoksu: İslam'ı yeniden yorumlama, ibadeti ve ibadet mekanını değiştirme meraklıları, genelde bu mekanları hiç kullanmayanlar oluyor"
İbadet mekanı, dinsel mimarlık ideolojisinden bağımsız düşünülebilir mi?
İslam'ın "dinsel mimarlık ideolojisi" diye bir şey mi var? İki kavram, evrensel olarak, birbirine fena halde karıştırılıyor, hatta birbirinin yerine kullanılıyor: İslam Mimarisi (Islamic Architecture) ve Müslüman Mimarisi (Muslim Architecture). Bizde "Müslüman Mimarisi" terimi ile hemen hiç karşılaşmazken dünya literatüründe "Muslim Architecture" terimine sıkça rastlarsınız ve genellikle doğru şeyi anlatmaktadır: yani müslümanların ortaya koyduğu mimarlık! Bu mimarlık "doğrusuyla-yanlışıyla bir mimarlık"tır, İslam'a izafe edilemez. İslam Mimarlığı (Islamic Architecture) denildiğinde ise İslami temel kaynaklarda (kur'an ve hadis) tariflenen mimarlığın anlaşılması gerekir. Bu kaynaklarda, beklediğimiz anlamda, açık seçik bir "mimari kılavuz" bulamayız. Ama bir çok ayet ve hadis'te mimarlığı, daha geniş bir ifade ile "fiziksel çevrenin şekillendirilmesini" ilgilendiren emirler, tavsiyeler, öğütler, imâlar vardır. Yukarıda bahsini etmiş olduğum "tevazu, tasarruf ve dürüstlük"ü burada çok basit örnekler olarak yeniden zikredeyim. Ne var ki, bu konuda, benim bildiğim kadarıyla, bugüne kadar etraflı bir çalışma yapılmış değildir. Bunun belki de en önemli sebeplerinden biri din alimlerinin mimarlığı, mimarların da İslam'ı böyle bir çalışmaya yetecek ölçüde bilmemeleridir. Bu iş, daha önce de temas etmiş olduğum gibi, tarafların tek başına kapasitesini aşan bir ekip çalışması işidir.
İbadet mekanına gelince… İbadet (yani soruda kastedilen namaz) bir "kültürfizik" değildir. Önemli ve detaylı bir şekilde tariflenmiş, kimileri "olamazsa olmaz" bedensel bileşenleri olsa da, namaz aslında bir kalp ve ruh işidir ve en önemli bileşeni (hatta şartı) "huşu"dur. Dolayısıyla ibadet mekanının da en önemli özelliğini, "huşu'yu zedeleyecek, yok edecek faktörlerden arınmış olması" teşkil eder. Bu mekan "konsantrasyonu" zayıflatacak faktörlerden arınmış olmalıdır: aşırı sıcak, aşırı soğuk, aşırı ışık, aşırı karanlık, dikkat dağıtıcı esinti, (hoş veya nahoş) koku, ses gibi faktörleri burada örnek olarak sayabiliriz. Bunların hiçbiri, hiçbir biçimi veya biçimsel öğeyi tarif ya da ima etmez. Diğer taraftan, bazı fiziksel şart veya gerekliliklerden bahsetmek de mümkündür: ibadet mahalli temiz olmalıdır (temizlik namazın farzlarındandır), kıble yönü "okunabilmelidir," saf düzeni kolaylıkla kurulabilmelidir. Görüleceği gibi bunlar da herhangi bir biçimi veya kurguyu tarif etmezler.
Çağdaş bir ibadet mekanı, değiştirebileceği mekansal ilişkiler ve kullanıcı ihtiyaçlarıyla, ibadetin kendisini de ‘çağdaşlaştırma', veya değiştirme/dönüştürme potansiyeli taşır mı? Tüm mesele, böylesi bir çekinceden kaynaklanıyor olabilir mi? Behruz Çinici'nin TBMM Camisi'nde gördüğümüz, ayakkabıyla camiye girme, kadın-erkek saflarının görsel devamlılığı gibi pek çok işlevsel farklılık üzerinden düşünebilirisiniz...
Türkiye'de ilginç bir paradoks yaşıyoruz: İslam'ı yeniden yorumlama, ibadeti ve ibadet mekanını değiştirme meraklıları, genelde bu mekanları hiç kullanmayan, dine günlük (haftalık, aylık, yıllık) hayatlarında hemen hiç yer vermeyenler olmaktadır. İbadet mekanlarını sıklıkla kullanan, dine günlük hayatlarında, şöyle ya da böyle, önemlice bir yer ayıranların ise bu türden kaygıları yok. Bu bir nevi, "orta okuldan terk"lerin üniversite eğitim reformunu ve çağdaş kampus mimarisini tartışmaları gibi bir şey.
Bir ibadet mekanı, o ibadetin rahatlıkla yerine getirilebilmesi için gerekli şartları taşımazsa ya değiştirilir (tadil edilir) ya da terk edilir, kullanıcısız kalır. Terk etme bugüne kadar pek yaşanmamıştır, cemaat, şu veya bu şekilde inşa edilebilmiş, nice "acaip" camileri de, içlerine sinmeyerek bile olsa, kullanmaktadır. Bu yüzden, "çağdaş" cami tasarımlarına uzak duruşun ibadetin değiştirilmesi/dönüştürülmesi kaygısından kaynaklanabileceğine ihtimal vermem. Asıl etkin faktörün "içine sinmemek"ten kaynaklanan bir tedirginlik, soğukluk ve hatta kaçış olduğunu düşünürüm. Bu kaçışı durdurup yakınlaşmayı sağlamak yolunda daha etkin gücün biz tasarımcıların elinde olduğunu, ilk adımın bize düştüğünü düşünüyorum. "Cemaat"in kültürel yapısını "söylem"le değiştirme gücü bizim elimizde olmadığına göre "eylem"le etkileme yoluna yönelmeliyiz. Bu yolda atılacak adımlar belki "Çankaya Camii"nden başlamalı, ama ondan da önemlisi, "tedrîcî" olmalıdır. Unutmayalım ki, o "cemaat"in bugün her fırsatta iftiharla sığındığı Sinan, kendi döneminde "kâfirlik" ithamıyla karşı karşıya kalmıştı. Alışkanlıklardan kopma zorluğu, çağımızın bir sorunu değildir.