Mimar olmaya nasıl karar verdiniz?
Gülfem Karaer: Aslında doktor olacaktım, ailemin isteği o yöndeydi. Başarılı bir çocuktum, derece ile okuyordum. Babam, böyle bir kabiliyetin akademik başarı ile devam ettirilmesi gerektiğini, bunun da ancak doktorlukla olabileceğini düşünüyordu.
Benim dönemimde, üniversite sınavları Haziran'ın ortasından sonra yapılırdı, yani okullar tatil olur, biz bir 15 - 20 gün daha okula giderdik, sınav ondan sonra olurdu. Güzel bir yaz günü, lisedeki sınıf arkadaşlarımdan biriyle vapura binmiş eve gidiyoruz. Arkadaşım birden bana dönüp; "Gülfem ben sana aşık oldum, ben mimar olacağım, sen de mimarlık yaz, beraber okuyalım" dedi. Bir milyon kişi sınava giriyor, girmek istediğimiz okul Teknik Üniversite, sadece 170 kişi alacak. Biz nasıl aynı okula düşeceğiz, nasıl birlikte okuyacağız? Aramızda gerçekten bir aşk var mı, ben bu çocuğu seviyor muyum, bu çocuk beni ne kadar seviyor? Bunların hepsini o gün bir kenara koydum, eve geldim ve babama "Ben mimar olacağım, tıp okumak istemiyorum, vazgeçtim" dedim. Tabi babam çok şaşırdı. O güne kadar hiç konuşulmamış, hiç lafı geçmemiş bir şey… Hakikaten de ben İTÜ Mimarlık Fakültesi'ne girdim, fakat bu kararı almama sebep olan arkadaşım Teknik Üniversite'ye giremedi...
O nereye girdi?
O Mimar Sinan'a girdi ve yollarımız ayrıldı. Yani bir daha aramızda ne bir aşk oldu ne bir şey. Fakat o da ödüller kazanan çok başarılı bir mimar oldu. Ben de bu işi çok severek yaptım. Mimarlık fakültesine girdiğim ilk 6 ay afalladığımı hatırlıyorum çünkü mimarlık insanın tahayyülündeki gibi bir iş değil aslında, dışarıdan göründüğü gibi değil… Hatta babam bana, "sen çöp adam çizemezsin, ne işin var mimarlık fakültesinde" diye bağırmıştı.
Çöp adam çizmemize gerek yok ama…
Gerek yok gerçekten. Sonra ben şanslıydım, mimarlık aslında bir matematik problemini çözebilme yeteneğiymiş, bu da bana uygun düştü. Matematik, fizik, bunlar zaten üzerine kafa yormaktan hoşlandığım şeylerdi. Proje çizmenin problem çözmek olduğunu kavradım ve o dakikadan sonra hakikaten verdiğim karardan çok memnun oldum. Bunun, serbest el resim çizebilmek gibi yeteneklerle bağlantısı olmadığını keşfettim ve mimarlığı çok severek okudum. Mezun olduğum 1991 senesinden bu yana da mimarlıktan başka bir şey yapmayı hiç düşünmedim.
Bence de en büyük motivasyon o...
İki kızım var. Sabahları bazen onları okula göndermekte zorlanıyorum. Sabah 6'da uyanıyorlar, "haydi kalkın servis gelecek" diyorum. Büyük kabullendi de küçük çok isyan ediyor. Bir keresinde, "her gün okula gitmek zorunda mıyım?" diye sorunca, "ben de her gün işe gitmek zorundayım" dedim. Yanıtı, "ama sen severek gidiyorsun" oldu. Çocuk bile onu fark etmiş. Hakikaten ben yurtdışına falan gittiğimde ofisi özlüyorum. En fazla 1,5 ay yurtdışında kaldım ve şunu fark ettim ki, ev hiç aklıma gelmedi ama ofisi özledim.
Genlerinizde böyle bir ‘işkoliklik' var mı?
GK: Öncelikle çocuklarımla ilgileniyorum, o da başlı başına bir iş aslına bakarsanız. İşkolik miyim bilmiyorum ama keşke o kadar çalışabilseydim. Yine tıp fakültesinden örnek vereceğim; doktorsanız işiniz etrafınızı kuşatmıyor, hastaneye gidene kadar işinizle pek bir alakanız yok. Etrafınızdaki insanlar yürüyor, oturuyor, kalkıyor, konuşuyor… Hani herhangi bir arazları yok ki o insanlarla ilgili bir şey geliştiresiniz. Ama mimarlık, sokakta yürürken bile etrafınızı kuşatıyor. İyi olmuş veya hayır olmamış diyorsunuz. Bu buna yakışmış diyorsunuz. Akşam misafirliğe gidiyorsunuz, o evdeki aksesuarlara bakıyorsunuz, onu oradan alıp çaktırmadan oraya koyuyorsunuz…
Bazen belki siz bile fark etmiyorsunuz bu yaptıklarınızı...
Bazen de ağzımdan kaçırıyorum, niye böyle yaptınız diye… Mesela geçenlerde bir yere misafirliğe gittim. Salonu değiştirmişler, proporsiyonlar bozulmuş, rahatsız ediyor. Bu kötü bir şey aslında… Doğan Kuban bize bunu okula girdiğimiz ilk hafta söylemişti; "mimarlıkta ilerledikçe yaşadığınız şehir üstünüze gelecek" demişti. O yüzden meslekte ilerledikçe gerçekten yaşadığınız çevre üstünüze gelmeye başlıyor. Bence Türkiye'de mimar olmanın gerçekten en kötü tarafı bu, çünkü estetik açıdan çok yetersiz çevrelerde yaşıyoruz. Oysa misal Fransa'ya gittiği zaman insanın ruhu dinleniyor. Güney'de sürekli gittiğim bir otel var, yemekleri, hizmeti çok kötü fakat mimarisi çok güzel. Orada kendimi iyi hissediyorum, onun için de tatillerde hep bu oteli tercih ediyorum.
İlginç bir tercih aslında…
Yemekleri o kadar kötü ki geçen sefer kilo verip geldim. Genelde açık büfe kilo aldırır, bu ise o kadar kötü ki yiyecek bir şey bulamıyorsunuz. Büfenin başına gidip gidip geri geliyorum. Merdivenleri de var, yamaçta kurulmuş bir otel. O aç karna merdivenleri inip çıkıyorsunuz. İnsanlar zaten bu yüzden pek sevmiyorlar burayı, fakat benim o kadar hoşuma gidiyor ki… Tam yamaca kurulmuş, doğanın içinde erimiş gitmiş, uzaktan dikkatle bakmazsanız fark etmiyorsunuz. O kadar araziye uymuş bir otel, orada benim ruhum dinleniyor. Mesleki deformasyon dedikleri böyle bir şey...
Osman (Elliiki) Bey, siz konuşmayı pek sevmezmişsiniz. Duyumunu almış olmamıza rağmen sormam lazım, siz nasıl mimarlık okumaya karar verdiniz?
OE: Ben aslında kasap olacaktım, yanlışlıkla mimarlığı seçtim, alakam yoktu. (gülüyorlar) Şaka tabi… Ağabeyim inşaat mühendisiydi, onun etkisi oldu mimarlığı seçmemde… "O inşaat mühendisi, ben de mimar olayım, birlikte çalışırız" dedim. Mimarlığa girdikten sonra da bölüm hoşuma gitti.
GK: Sonra ağabeyi mühendisliği bırakıp ticarete atıldı. Baktı ki mühendis olarak maddi gelecek çok fazla yok… Osman da mimarlığa girdiğiyle kaldı. Kendisi aslen Konyalı, oraya geri dönüp ağabeyi ile çalışacakken, ağabeyi ticaretten daha fazla para kazanıp mühendisliği bırakınca, Osman da burada kaldı.