Alper, senin de bir yurtdışı deneyimin var. Kendi hikayeni aktarabilir misin?
AD: Benimki farklı bir formattı. UCLA'de de Anglosakson bir durum var ve dışarıdan baktığında ikisi birbirine benzer gibi duruyor ama bir taraftan çeşitli nüanslar da söz konusu. Hatta Amerika sınırları içinde West Coast (batı yakası) ile East Coast (doğu yakası)'nın tutumları bile birbirinden farklı.
İTÜ'den sonra eğitimime Fulbright Bursu ile UCLA'de Mimari ve Kentsel Tasarım odaklı yüksek lisans programında devam ettim. Çalışmalarım 2007'de UCLA Graduate Award'a layık görüldü. Bunun hem çeşitli insanlarla bir araya gelmem konusunda faydası oldu, hem de pek alışık olmadığım çeşitli bürokratik işlemleri kolaylaştırdı. Okulda bulunduğum sürede bir taraftan Greg Lynn'in teorik arkaplanından etkilendim. Diğer taraftan mimaride Thom Mayne'in fikirleri hayata geçirmeye yönelik bakış açısından çok şey öğrendim. Tez projem "Rumble Architecture & Urban Design" başlıklı sergide yer aldı. Devamında UCLA'de kısa bir süre eğitimenlik deneyimim oldu. Okuldan sonra LA History Museum yarışmasında yer almak için CO Architects'ten teklif aldım ve sonrasında ekolojik ofis kuleleri, kampüs yapıları gibi projelerde 'proje mimarı' olarak çalıştım.
Tabii UCLA, teknolojiyle iç içe bir yer olduğu için çok farklı çalışmaları deneyimleme fırsatım da oldu. Okulda son üründen yani "dijital fabrikasyon"dan tutun, masterplan projelerine kadar hem mimarlık hem de teknoloji anlamında çok farklı perspektifleri gördük. Özetle UCLA'de aldığım eğitim, her şeyin uçlarda olduğu, hep bir sonraki adımın üzerine giden bir eğitimdi. Mezun olduktan sonra, CO Architects'te çalışmaya başladım. Bu ofisi seçmemin en önemli nedenlerinden birisi, bu kadar uç deneylerden sonra, yıllar içinde pratiği kurumsallaştırmış bir ofiste neler olduğunu görme isteğiydi. Buradaki çalışmalar kompleks fonksiyonları, tasarımları başarıyla hayata geçiren işlerdi.
"Los Angeles'ın dağınık yapısı insan hayatına benziyor"
Diğer taraftan Los Angeles kendi başına ilginç bir şehir; animasyon stüdyolarından kent yapısının postmodern biçimine kadar dünyanın pek farklı yerlerinde görülmesi mümkün olmayan mekanları, insanları ve yaşamları barındırıyor. Ölçek çok farklı, şehrin yapılanması çok farklı, ne bildiğimiz Avrupa şehirlerine, ne de Türkiye şehirlerine benziyor. Hem insanlar arasındaki bağların oluşumu, hem de şehrin kendi içindeki bağların oluşumu veya yapılaşması birçok kentten daha farklı ve daha zor. Bildiğimiz anlamda bir kent merkezi yok. Mesela bir arkadaşın ziyarete geldiği zaman "beni Los Angeles'a götür" der ve onu nereye götüreceğini bilemezsin çünkü kent merkezi yoktur. Aslında bu dağınık yapı üzerinden biraz insan hayatına da benziyor; birçok dağınık şeyin içinde kendi yolunu bulmaya çalışıyorsun. Kendi istediğin networkleri, iş yapma biçimlerini ve deneyimi, kendi tercihlerin üzerinden kurmayı nasıl sağlarsın? Biraz buna benzetiyorum.
Yurtdışı deneyiminin benim için böyle bir arkaplanı vardı. Türkiye'ye geri döndüğümde, Avcı Architects ile çalıştım ve Bilgi Üniversitesi'nde ders vermeye başladım. Sonrasında ise İstanbul'da hayalimdeki işlerle uyumlu bir perspektif bulamadığım için kendi yolumu çizmek yönünde net bir karar aldım. Bununla birlikte çeşitli fırsatlar çoğu zaman tavsiye üzerinden, bazen de yarışmalarla ortaya çıktı. Bugün de burada Melike'yle ortak olduk ve yola devam ediyoruz. Ortaklığımız daha yeni başlamış gibi ama şimdi anlatmaya başlayınca bayağı zaman geçtiğini anladım (gülüyor).