Şehir hatları vapurları ile ilgili son durum nedir? Belediye, "Vapurlarımızı Vermiyoruz" direnişi karşısında geri adım atar gibi görünmüştü, ama sonra da "Vapurunu Seç" diye bir oylama yaptılar. Seçilen vapurlara ne oldu?
Belediyenin yaptıkları, imkanları çok olduğu için, bir reklam kampanyası. Çok enterasandır, gazeteler gönderdiğimiz şeyleri basmıyorlar. İstanbul'da çeşitli festival organizasyonu yapan vakıflar içinde çalışan insanların bir kısmı, aynı zamanda belediyede danışman kadrosunda çalışıyorlar ve gazetecileri arayarak İDO Genel Müdürü ile röportaj yapmaları gerektiğini empoze etmeye çalışıyorlar. En son Yalova vapurunu kaldırmaya kalktılar, ama bunu küçük bir haber olarak sokmakta bile zorlandık. Ankette seçilen vapurlar bir şirket tarafından üretiliyor sanırım, ama seçilen modele ne kadar uygun bilemiyorum. Bildiğim kadarıyla alt formunu değiştirmişler. Söylediklerine göre geçen Haziran beş vapurun hazır olması gerekiyordu, ama henüz ortada birşey yok. 1500 kişilik şu kadar hız yapan 20 vapur yapacağım demek çok da mantıklı değil. O vapur nereden nereye gidecek, kaç kişi alacak ve ne kadar hız yapacak, oranın rasyonalitesi nedir? Yalova'ya çalışacak bir vapur ile Kadıköy'e çalışacak bir vapurun ölçülerini aynı düşünemezsiniz. Oysa TDİ (Türkiye Denizcilik İşletmeleri) sistemi, kendi içersinde çok doğruydu. Tersanede, vapur üretilmeden önce hat analizi yapılıyordu.
Haliç Tersanesi'nin durumu da hala belirsizliğini koruyor. Sizce tersane gerçekten taşınmalı mı?
Tersane 2010 kültür başkentliği kapsamına alınarak, akvaryum ya da müze yapılmak isteniyor. Hiçbir strateji oluşturulmadan, bir eğlence mekanı yapılacak. Eğer müze yapılmak isteniyorsa, orada müze yapılabilecek yeterince alan var. Camialtı, çok güzel bir gemicilik müzesi olabilir. Ayrıca sürekli tersanenin Haliç'i kirlettiği gibi bir yanlış bilgi tekrarlanıp duruyor. Oysa Haliç'in kirlenmesinin temel nedeni, Alibeyköy ve Kağıthane derelerinden gelen atıklar. Haliç Tersanesinde gemi sökümü yapılmıyor ki, denizi kirletsin. Orası, gemicilik açısından tarihi bir öneme sahip. Hala II. Mahmut'tan, Abdülmecit ve Abdülaziz'den kalan havuzlar kullanılıyor. Avrupa'nın yaşayan en eski endüstri yapılarından birinden bahsediyoruz. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin de kurulduğu yer, hala da İTÜ ile organik bir bağı var. İTÜ Gemi İnşaa Fakültesi'nin öğrencileri hala orada staj yapıyorlar. Ayrıca taşeronlara iş vermeden başından sonuna kendi olanaklarıyla gemi yapabilecek İstanbul'daki tek tersane de orası.
Biliyorsunuz Hasköy Tersanesi'ni müze yaptılar. Bir tersanenin otomobil müzesi yapılması kadar anlamsız bir şey olamaz. Zaten boğazımıza kadar otomobile gömülmüş durumdayız, sonra da bir tersaneyi bir iş adamının otomobil koleksiyonunu sergilediği bir yer haline getiriyoruz. Evet, otomobil müzesi güzel olabilir, Koç'un da otomobillerini sergileyebileceği çok uygun yerler bulunabilir. Ama bu bir tersane olmamalıdır. Bu çok ironik bir durum. Orada illa müze yapılacaksa, yine gemicilikle ilgili bir müze olmalıdır.
Bütün bunlar tartışılmadan, şehrin mekanlarını bir bir kaybediyoruz ve şehir tamamen kimliksiz, ruhsuz bir hale geliyor. Oysa şehir hepimiz için var. Herkesi buluşturacak kamusal alanlarının olduğu, doğru stratejilerle doğru kararların alındığı bir şehir planlamasına ihtiyaç var. Bu da ancak konuşarak, kamunun önünde konuşarak olur. İş yapan insanların da konuşması gerek.
Çok ilginç bir durum da, yeni tersane izinlerinin Yalova Karamürsel arasına verilmesi. Yani burada yeni bir dolgu alan yaratılacak. 1999 depreminde dolgu alanlara ne olduğu ortadayken, bundan hiç ders alınmıyor ve yeni tersane izinleri oraya veriliyor. Gerçekten çok merak ediyorum, bu ülkede iyi yetişmiş bir gemi mühendisi, deprem uzmanı yok mu? Hiç kimse konuşmuyor ve bu çok trajik bir durum. Oraya tersane izni verilmemeli. Bunun Yalova ekonomisine bir katkı olduğu söyleniyor, ama zaten depremde ciddi bir darbe yemiş bir kente yine aynı şeyleri yaşamasını neden öneriyorsunuz? Üstelik bu kötülüğü kendinizi iyilik yapar gibi göstererek yapıyorsunuz.
"Vapurlarımızı vermiyoruz" kampanyası, nasıl bu kadar çok sahiplenilebildi, farklı katmanlardan ve ideolojilerden insanları nasıl biraraya getirebildi ve yönlendirebildi? Kampanyaya katılan insanlar neye karşı çıktılar, ne istediler?
Aslında bu, biraz da kendiliğinden oluşmuş bir kampanya. Vapurları kullanan ve seven insanların onları kaybetmek istememelerinin bir ifadesi. Bu tür kampanyaların Dünyada da benzer örnekleri var. Globalleşme, her zaman yerel olanla çelişiyor. Önümüzdeki günlerde Yapı Dergisi'nde yayımlanacak karikatürlerimden birinde, bundan 15 yıl önce Roma'da tren istasyonunda yaşadığım bir olayı çizdim. Bilgisayarlar yeni yeni yaygınlaşmaya başlamıştı ve istasyona da bilgisayarlar yerleştirmişlerdi. Bunlar, kalacağınız gün sayısına göre size bir gezi programı öneriyordu. Üç gün kalacaksanız o düğmeye, beş gün kalacaksanız şu düğmeye basıyordunuz. Orada, "acaba 20 yıl kalacak olsam, hangi düğmeye basmam gerekir?" diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Problem burada başlıyor. Şehirlerde, 20 yıl kalmak isteyen insanlar için bir düğme yok. Şehirler artık bir koridor haline dönüşüyor, ya da koridorlaştırılmaya çalışılıyor. Bu şekilde koridorlaşması, gelip geçilen bir mekan halini alması, onların hızlı bir şekilde algılanılan ve yok edilen bir tüketim nesnesi haline dönüşmesi demek. Şehir, bir şekilde kendini yeni gelen konuklara göre üretiyor, yani kendi kendini pazarlayan bir nesne haline dönüştürülüyor. Buna "yatırımcı şehir" deniliyor. Özellikle neo liberal dönemin en belirgin özelliklerinden birisi, şehrin, kendi kendini bir yatırımcı olarak görmesi. Dikkat ederseniz bu aralar, "şehri satacağız, pazarlayacağız" ya da "şehri bir marka haline getirmeliyiz" söylemleri çok kullanılıyor. Satış dünyasında kullanılan kavramlar, çok meşru bir şekilde şehir için de kullanılmaya başlanıldı. Öyle ki, eğer bir belediye başkanı bunu başaramazsa, eski Batı'da olduğu gibi onu katranla tüye bulayıp gönderecekler. Şehir satılırsa ne olacak dediğiniz zaman da zenginleşecek deniliyor, ama bunun ne tür bir zenginlik olduğunun tarifi yok.
Vapurlarımızı vermiyoruz kampanyası bütün bu verileri nasıl değerlendirdi?
Vapurlarımızı vermiyoruz kampanyasında birkaç yön var. Bunlardan biri, vapurların İstanbul halkı için kalan son kamusal alanlardan biri olması. Bir ulaşım aracının kamusal bir alana dönüşmesi çok ilginç. Vapur sadece ulaşım aracı değil, bir kültürel karşılaşma, bir alışkanlık, bir sosyal aktivite; insanlar karşılıklı oturuyorlar, çaylarını içiyorlar, birbirleriyle muhabbet ediyorlar. İstanbul kıyılarının İstanbulluların elinden alındığını düşünürsek, insanların denizle ilişki kurabilecekleri tek yer de bu zevkli ulaşım aracı. Onun yerine, sadece birileri komisyon kazansın diye İstanbul'un deniz trafiğine uygun olmayan (ki son kazada da gördük bunu) deniz otobüsünün konması, insanlarda büyük bir tepki oluşturdu. Bizim tek yaptığımız, bunun neden yanlış olduğunu anlatmak oldu. Herkese tek tek e-posta göndererek, sokaklarda bildiri dağıtarak, afişler hazırlayarak, toplantılar yaparak, ısrarla anlattık. Ve gerçekten de büyük bir katılım oldu. Bu kampanyaya farklı politik görüşlerden insanlar da destek verdi, çünkü tamamen kamusal bir alanın korunması mücadelesiydi. Sonrasında belediye de geri adım atar gibi göründü.
"Neden deniz otobüsü istemiyoruz" sorusunun pekçok yanıtı var. Bunları açabilir misiniz biraz?
Deniz ulaşımı, dünyanın en ucuz ulaşım yöntemi. Ancak belirli hız limitlerini zorlarsanız, trenden bile daha ucuz olan bu ulaşım yöntemini dünyanın en pahalı ulaşımı haline getirebilirsiniz. Vapur çok rasyonel bir ulaşım aracı, çünkü 20 mil hız sınırının altında seyrediyor. Deniz otobüsleri, deniz ulaşımını çok çok pahalılaştıran bir sistem, bu nedenle de zarar eden bir sistem. Özellikle kısa mesafelerde kullanıldığı zaman çok zarar ediyor ve bu nedenle de sübvansiyon gerektiriyor. Üstelik yurtdışında üretildiği için, döviz üzerinden de bir bağımlılık anlamına geliyor. Fakat vapurlar, teknolojik olarak çok basit, bütün amortismanı burada yapılabilen, burada yenilenebilen ve üretilebilen, halkın sevdiği, çok ekonomik bir sistem. 1970'lerde Haliç Tersanesi'nde üretilmiş olan Fahri Korutürk ve Emin Kul vapurları, resmi rakamlarla 2500 kişi taşıyor, bunun da üzerine çıkabiliyor. Çok büyük bir yolcu taşıma kapasitesine sahip. Deniz otobüsleri ise 300 kişi taşıyabiliyor.
Bir de hız meselesi çok önemli. Denizde belirli hızın üzerine çıktığınız zaman, ekolojik olarak büyük bir tahribata neden oluyorsunuz. Özellikle deniz otobüsleri, denizdeki faunayı çok kötü bir şekilde etkiledi, kabukluların yaşam alanlarını çok daralttı. Hız, ayrıca kaza riski açısından da önemli. Boğaz'da (ki bundan sadece İstanbul Boğazı anlaşılıyor, aslında Bakırköy açıklarına ve Adalara kadar giden bir sistemdir), 10 knot hız sınırı vardır. Boğaz trafiği çok yoğun ve hız da kaza riskini artırıyor.
Diğer bir sorun da, hızla birlikte büyüyen dalgalar. Basına yansıdı ama çok da önemsenmedi, geçen yıl deniz otobüsü dalgasından üç kişi hayatını kaybetti. Yenikapı sahilinde kayaların üzerindeki iki genç, aniden ortaya çıkan bir İDO dalgası tarafından denize sürüklendiler. Diğeri de Bilgi Üniversitesi'nde okuyan bir genç arkadaş. Kabataş'da deniz otobüsüne binmeye çalışırken, o sırada yanaşmaya çalışan diğer bir deniz otobüsünün dalgasıyla uçtu ve ikisinin arasında kalarak ağır şekilde yaralandı. Herhangi başka bir ülkede bunlardan birisi olsa çok ciddi önlemler alınır ve arkasından da soruşturmalar başlar. Bizde ise hemen üzeri örtülüyor ve konuşulmuyor. Basın da bu konularla çok fazla ilgilenmiyor, çünkü hiç kimse belediye ile ilişkilerini bozmak istemiyor. En son deniz otobüsü kazası da hız riskini gösterdi. Orada kaptanda hata bulmak çok kolay, ama bir başka kaptan yine benzer bir kazayı yapacaktır. Orada, 10 milin üzerinde seyahat etmekte olan bir aracın aldığı risk var.
Boğaz'da deniz otobüsü çalıştırmak yasak olmasına rağmen, bu kanuna uyulmuyor. Kanun, belediye tarafından deliniyor. Sarıyer'e falan deniz otobüsü konuldu. Bir tankerle bir deniz otobüsünün çarpıştığını düşünün, gerçekten çok kötü olur bu ve her zaman da olabilecek bir durum.