Belediyenin gerçekten geri adım attığına inanıyor musunuz?
Bunun, uzun vadede samimi bir adım olduğunu düşünmüyorum. Büyükşehirlerdeki neo liberal tahribatın, İstanbul'da süreceğini düşünüyorum. Bunun örnekleri fazlaca var ve İstanbul tamamen irrasyonel bir şehir haline getiriliyor, daha da getirilecek. Ama eğer kamu buna tepki gösterirse, bu gidiş durdurulabilir.
Kamu bizde çok yanlış anlaşılan bir kavram. Biz, 'kamu' dediğimiz zaman, hep 'devlet'i anlıyoruz. Oysa kamu, burjuva devrimleriyle birlikte ortaya çıkmış bir kavram. Biliyorsunuz, bir 'public' kavramı var 'kamu' diyebileceğimiz, bir devlet kavramı var 'state' diyebileceğimiz ve bir de 'private' kavramı var 'özel' diyebileceğimiz; bunlar burjuva hukukunun olmazsa olmaz üç elementi. Bu üç elementten 'public' kavramı bizde çok fazla gelişmemiş, neredeyse devletle özdeşleştirilmiş. Onun için, devletin bir takım işlerden elini ayağını çekmesi gerektiğini düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen 'private' oluyor, yani özelleştirme. İnsanlar, özelleştirmeye bir demokratikleşme formülü olarak da sarılıyorlar, hatta bunu meşru görüyorlar. Aslında bunun tam tersi olmalı; kamulaştırmak, yani 'public'e açmak gerekir. Biz de ise alanlar özelleştiriliyor, halk sokulmuyor ve buna demokratikleşme diyoruz. "Ekonomik açıdan bu gerekli" dendiğinde, kamunun ekonomik refahının artmasından bahsetmiyoruz çoğu kez. Sınırlı sayıdaki insanların ekonomik refahından bahsediyoruz. Yani ekonomi kavramı da özelleştirilmiş bir kavram. Toplum olarak bu 'public' kavramını yeniden inşaa etmek zorundayız.
Toplu taşıma, kamu (sallık) açısından neden çok önemli?
Kitle ulaşım araçları, kamuya ait bir ulaşım meselesidir. Eğer siz bunu özel ulaşıma dönüştürürseniz ve bütün yatırımlarınızı da buna göre yaparsanız, kamu bundan çok büyük zarar görür. Şu an İstanbul'da yapılan budur. İstanbul'da insanların sokaklarda kalabalıklar halinde dolaşmaları çok yanıltıcı. İstanbul halkı, mobilitesi son derece düşük olan bir halk, çok az hareket edebiliyor. Ulaşımda kullanılan araçların yüzde 94'ü lastik tekerlekli. Onlar da halkın sadece yüzde 14'ünü taşıyor. Belediyenin önümüzdeki dönem projelerine baktığınız zaman da, milyarlarca dolar parayı kara taşımacılığı için ayırdığını görüyorsunuz. Mesela '7 Tepe 7 Tünel' projesine 1 milyar dolar gibi bir para harcanıyor. Biliyorsunuz bu, özel otolar için yapılmış bir proje ve bütün ulaşım uzmanları buna gülüyorlar. "Madem ulaşım meseleniz bu kadar problemli ve 5 - 6 kilometrelik tüneller açıyorsunuz, neden bunun içinden tren geçirmiyorsunuz?" diye dalga geçiyorlar. Ayrıca dünyanın hiçbir yerinde şehir içinde bu kadar uzun tünel yapılmıyor, çünkü çok tehlikeli.
Belediyenin aldığı bütün bu irrasyonel kararları düşündüğümüzde, yanlış bir şehircilik anlayışı ortaya çıkıyor. Bu, halkı mutsuz edecek bir şehircilik anlayışı. Bu, İstanbul'un özelliklerini yavaş yavaş yok edecek ve kazaları çok artıracak bir ulaşım anlayışı. Bu şehirde yaşamak zaten riskli, daha da riskli olacak. Bu nedenle İstanbul'da öncelikle yapılması gereken, deniz ulaşımı yöntemlerinin artırılması. Bu da deniz otobüsleriyle değil, tersanelerde hat analizleri yapılarak üretilmiş vapurları çoğaltarak olabilir.
2010 kültür başkentliği süreci kamusal alan, kamusallık kavramlarını da yeniden tartışmaya açtı.
2010 kültür başkenti İstanbul için iyi gibi gözüküyordu, ancak "2010 yayasına dayanarak nereleri elde edebiliriz"e dönüştü ne yazık ki. Kültür başkenti olmaktan bahsediyorsunuz, ancak yapmaya çalıştığınız ilk eylem Atatürk Kültür Merkezi'nin yıkılması. Çünkü o yasa, size bir şeyleri çok kolay imha etme yetisi veriyor. "Bu kültür başkentliği dümeniyle ne kadar fazla şeyi yok edip, arazileri ele geçirirsek, bizim için o kadar kardır" şeklinde düşünen bir anlayış var. 2010 kültür başkenti kurulundaki insanların bu konuda itirazları varsa da ben duyamıyorum. Eğer AKM'nin yıkılması bu süreçle ilişkilendiriliyorsa, bu insanların ortalığı velveleye vermesi gerek, ama hiç ses duyulmuyor.
Aslında sürecin başlangıcı ve şu anda durduğu yerde de bir çelişki var, öyle değil mi? Başlangıçta sivil insiyatifin sahiplendiği bir projeyken, şimdi sanki hükümetin bir projesiymiş gibi hareket ediliyor.
Olmaz olur mu. Bence bunlar hiç de masum organizasyonlar değil. Kültür başkentine gelen kültürlü insanların gözleri kirlenmesin diye merkezlerdeki fakir insanlar uzaklaştırılabilir örneğin. 2010'da Güney Afrika'da da dünya kupası düzenlenecek. Geçenlerde bölgedeki gecekondularla ilgili mücadele veren bir kişi İstanbul'daydı. Bahsettiğimiz yer, 7000 kişiye iki musluk ve bir tuvaletin düştüğü bir yoğunlukta. Kupayı izlemeye gelenlerin gözleri kirlenmesin diye bunları yıkmaya karar vermişler. İnsanlara, böyle bir yerde bile yaşama hakkı tanımıyorlar. Sanki kentler harika bir yönde gelişiyormuş gibi sahte bir atmosfer yaratılıyor. Bütün kötülükler halının altına süpürülüyor, fakir insanlar görülmeyecek şekilde gettolara sürülüyor. Belli bir azınlık için bir hayat standartı, bir kültür oluşturuluyor. Artık kamu, daha çok özelle (private) birlikte oluşmaya başlıyor.
Diyelim ki özel bir üniversitesiniz, ama size öyle bir yer veriliyor ki orada kültürel faaliyetler de düzenlemeye başlıyorsunuz. Kamusal bir faaliyet yapılıyor ama siz halk olarak o kadar da rahat giremeyeceksiniz oraya. Çünkü orası artık sizin elinizi kolunu sallayarak girebileceğiniz bir yer değil. İstanbul Modern'e herkesin rahatça giremeyeceği gibi. Ama hakikaten 'public'olsa, herkes istediği gibi girip çıkabilse... Paris'teki Bobourg'u düşünün... Oraya girerken hiçbir kaygınız yoktur, halkın mekanıdır orası. Oysa o halkın mekanı devlet korumasından çıkıyor, daha çok özeli koruyan bir yapıya dönüşüyor. Siz onun içinde demokratik olabilirsiniz, demokratik meseleleri konuşabilirsiniz, ama onun sınırları vardır. Kamu (sallık) orada yeniden daha başka bir şekilde üretiliyor. Bu da, yeni, modern bir şeymiş gibi sunuluyor. Aslında bu, 19. yüzyıldan bu yana insanların bir takım modern kazanımlarının, kamu kavramının geri alınması. Özelin bünyesinde yeni bir kamusallık gelişiyor. Bu aslında bir tür sahte kamusalcılık.
Örneğin bir kongre vadisinden bahsediliyor. Gerçekten bütün dünyada da kongre alanları vardır ama onlar genellikle periferide yer alırlar. Bu şekilde periferinin çehresinin değişmesi de sağlanır. Bizde nedense yerellikle en fazla çatışılıcak bölgelerin birisi kongre vadisi yapılmaya çalışılıyor. Bu hem stratejik olarak çok yanlış, hem de Türkiye'de 'public' fikrinin hiç olmadığını gösteriyor.
Kentsel dönüşüm projelerinin yarattığı pekçok mağduriyet bölgesi var. Bütün bu bölgeler kamusal insiyatifin yeniden canlandırılması için nasıl kullanılabilir?
Geçenlerde Mimarlar Odası'nın düzenlediği bir belgesel film yarışmasının jürisindeydim. Bazıları gecekondu yıkımlarıyla ilgiliydi. Çok ilginç, basına yansımayan pekçok yıkım gerçekleşiyor. Kentsel dönüşüm denilen hikayenin birkaç gerekçesinden biri, globalleşme ile birlikte önem kazanan bir takım araziler üzerindeki halkı bir şekilde oralardan kovmak. Asıl temel olan ise, bir yatırımcı gibi düşünerek şehirde sürekli yatırım faaliyetleri yapmak. Bunun doğru ya da yanlış olması önemli değil. Önemli olan şehri sürekli kendisini yıkan yeniden yapan bir şekle dönüştürmek, bir kaynak oluşturmak. Zaten neo liberal ekonomi şehirler ve rant ekonomisinin üzerinde yükseliyor. 5366 sayılı yasa çıkarıldı kentsel dönüşümle ilgili. Sizin haberiniz olmadan evinizin olduğu bölge kamulaştırılıyor. Bunlar yeterince şeffaf şeyler olmadığı için de nereye nasıl uygulanacağı bilinmiyor. Bir takım iş adamlarıyla birlikte bazı kararlar alınıyor. Aslında buradaki kamulaştırma kavramı,sahte bir kavram aslında yapılan özelleştirme. Devlet, özel bir takım şahısların daha ucuza o arazilere, yapı adalarına sahip olabilmesi için, önce devlet adına kamulaştırıyor ve sonra da onlara veriyor. STK'lar da bunun içine girebilir, onlar da rant ekonomisinin bir parçası olabilir. Bu şekilde şehirde yatırımlar sürekli yap boz yöntemiyle kendi kendini yenilemeye çalışacak.
Kentsel dönüşüm, kenti dönüştürmekten çok, kentteki belirli bölgelere nokta operasyonlar yapıp orada yaşayan nüfusları uzaklaştırıp oraya başka bir nüfusu yerleştirme amacını taşıyan operasyonlar.