Dünya gözüyle görmek, hatta bizzat içine girip deneyimlemek için can attığımız mimarlık örneklerini, hepimiz gibi günlük yaşamları olan birer 'fani' olarak belgeleyen Ila Bêka ve Louise Lemoine ile, 'Living Architectures' film dizisinin SALT Beyoğlu'ndaki gösterimi için İstanbul'u ziyaret ettikleri sırada bir araya geldik.
Çalışmalarını 2008 yılından bu yana hayranlıkla takip ettiğimiz ikilinin bugüne dek gerçekleştirdiği filmlerin ardındaki fikirleri dinlerken, 'mimarlık filmi'nin ne olduğu konusunda öğrencileri gibi kendilerinin de halen sorgulama halinde olduğunu öğrendik.
Gehry, Piano, Koolhaas, Meier, Herzog & De Meuron gibi 'yıldız' mimarların eserlerine, yapının büyüsüne kapılmadan, fiziksel anlamda doğrudan yaklaşarak, başkalarının soramadığı soruları gündeme getiren Bêka ve Lemoine'in dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise, proje süreci sonrasında yaşamı adeta noktalanan 'mimarlık'ın, faniler dünyasında da pekala yaşamını sürdürdüğü!
Living Architectures filmleri ile başlayan söyleşimiz, Ila Bêka ve Louise Lemoine'in 14. Venedik Mimarlık Bienali'nin ana sergilerinden 'Monditalia' için hazırladıkları son filmleri 'La Maddalena' ve mimarların / mimarlık meraklılarının izlemesi gereken filmler ile sona eriyor.
* * *
Öncelikle nasıl bir araya geldiğinizi ve Living Architectures (Yaşayan Mimarlık) projesinin nasıl ortaya çıktığını öğrenebilir miyiz?
Ila Bêka: Aslında bizi bir araya getiren aşktı (gülüyor).
Louise Lemoine: Evet, bu bir aşk hikayesi! Ila, İtalya'dan mimarlık okuduktan sonra Paris'e gelip fotoğraf ve film çekmeye başlıyor. O sırada ben de felsefe, edebiyat ve sinema üzerine akademik araştırmalar yapıyordum. Ve Ila'nın son filmlerinden birini de araştırmama dahil etmiştim. Bu sayede görüşmeye başladık ve birbirimize aşık olduk.
Başlangıçta Ila'nın sinema filmleri üzerine çalışıyordum. Bunların mimarlıkla bir ilgisi yoktu. Sonra mimarlık benim de çok merak ettiğim bir alan olduğu için, farklı arkaplanlardan gelen bir ikili olarak, mimarlığın dışarıdan bir gözle nasıl temsil edilebileceği üzerine çalışmanın ilginç olacağını düşündük. Amacımız mimarlık ortamından çok, geniş bir izleyici kitlesine ulaşabilmekti. Mimarlık filmlerinin ana karakteristiğini yansıtma fikrinden yola çıktık. Mimarlığı filme çekmenin klasik yolu nedir? Mimarlık filmlerinin tipik içerikleri nelerdir? Bu sorulara yanıt ararken filme hayat veren, sinematografik nitelik katan, onu televizyon ürünlerinden ayrıştıran pek çok öğenin mimarlık filmlerinde eksik olduğunu gördük.
"Yaklaşmakta zorlandığımız 'canavarlar'la iletişime geçmenin önemli olduğunu düşündük"
Projenizin ismi de 'yaşam'a yaptığınız vurgunun bir yansıması aslında...
LL: Evet, bunun farklı nedenleri var ama esas neden, filmlerimizi binanın yaşamına odaklamak istememiz. Yaşam burada iki anlama sahip; öncelikle yaşayan bir malzeme olarak, yaşlanma süreciyle birlikte ele aldığımız mimarlık objesi; diğer yandan da yapılar ile bunların içinde yaşayan, çalışan insanlar arasındaki etkileşimler. Dolayısıyla bu film dizisinde çok belirli bir mimarlık tipolojisine odaklandık.
Mimarlık ve insanlar arasındaki mesafeyi azaltan filmler...
Yönelteceğim sorulardan birisi de buydu; filme çekeceğiniz yapıları neye göre belirlediğiniz...
LL: ‘Yıldız mimarlık' gibi oldukça güncel bir olgu üzerine odaklandık çünkü bu gerçekten çağımıza özgü bir ürün. Bütün dünyaya yayılan ve bazen -Guggenheim Bilbao'da olduğu gibi- ülke ekonomisine katkıda bulunan bu ikonik yapıları ele almanın ve yaklaşmakta zorlandığımız bu 'canavarlar' ile iletişime geçmenin önemli olduğunu düşündük.
Guggenheim Bilbao müzesini konu alan 'Gehry's Vertigo' filmi
Öncelikli hedefimiz ‘başyapıt' fikri ile yüzleşmekti. Başyapıt nedir ve bir sanatçı olarak bunu kendinize nasıl mal edebilirsiniz? Bizi asıl ilgilendiren, şöhretiyle ışıldayan ancak özel bir kişisel iletişimde bulunmanın pek de kolay olmadığı ikonik figürlerdi. Dolayısıyla bu belgesel dizisinde 'dokunulmaz' figürler üzerine çalıştık. Çünkü tıpkı hiyerarşik figürler gibi onlar da rakipsiz bir statü elde etmiş durumda. Tam da bu imgenin yarattığı korku nedeniyle bir adım geriye çekilip farklı bir bakış açısı sunmaya ve o büyünün etkisine girmeden, mimarlığa fiziksel anlamda daha doğrudan yaklaşıp başkalarının soramadığı soruları sormaya çalıştık. O nedenle de bu binaların bakımının nasıl sağlandığını, burada ikamet eden ve çalışan insanların gündelik yaşamları üzerinden aktardık. Her zaman için fazla idealize edilmiş ve tinsel bir şekilde sunulan bu ikonik figürleri, gizemi ortadan kaldıracak ve gündelik dünyaya ait olduklarını gösterecek şekilde ele aldık.
IB: ‘Living Architectures' mimarlığı büyük bir bütün, fiziksel bir madde olarak gözler önüne serdiğinden, mimarlık ve insanlar arasındaki mesafeyi azaltmayı sağlıyor. Özellikle yıldız mimarların ortaya çıkmasıyla birlikte, yapıları neredeyse temaşa etmek zorunda kaldık. Kendimizi mimarlıktan bu kadar uzakta tutulmuş hissedince, bize ait olan bir mimarlığa nasıl daha çok yaklaşabileceğimiz üzerine düşünmeye başladık. Çünkü biz daha çok kamu yapılarına odaklanıyoruz. Dolayısıyla bu konuda istediğimiz kadar konuşma hakkımız var. Sonuçta mimarlıkta mesafeyi koruyan bir elitizm söz konusu ve bu durum bizi kişisel olarak biraz rahatsız ediyor.
Haberin devamı için ilerleyiniz >>>>>