Aşağıdaki yazıyı 19 Temmuz 2013'te yazdım, belli bir duygu ve düşünce durumunun kaydı olarak değiştirmeden bırakıyorum. Ama en başa küçük bir not koyuyorum kendimce güzel bir okur için: Hiçbir yer ütopya değildir, asla yerleşme göçmen ruh!
Merhaba sevgili Mimarizm okurları,
Bugün size Macbeth usulü kanlı menemen tarifinden, kadınlar, aşklar, şarkılara, oradan Şirince'nin tozuna toprağına, ‘queer' felsefeye, oradan da 'ne olacak bu ülkenin hali' geyiğine uzanan, alabildiğine uçuşuklu bir yazı yazacağım. Böyle bir girişten sonra bu yazıyı okumakta ısrar ederseniz; pervane böceği gibi havada salınan kafa güzelliğinin özünde yazarın kendini bir Ege tembelliğiyle Sokrates usulü zeytin ağacı altı felsefe söyleşileri arası bir yere park etmiş olmasının etkisini analiz edebilirsiniz.
Yaklaşık bir ay önce zekâ seviyesi son derece düşmüş, sahibine sormadan kapanan bir zihinle hayatın -anlamını sorgulamayı bırakın- anlamsızlığına kesin hüküm vermiş, kalbi sıklıkla sıkışan, bıraksanız yüz yıl uyuyacak hatta hiç uyanmayacak kadar karanlıkken bir insanın ruhu nasıl ışık alır ki? Evet, ışık. Bu alegorinin tarih boyunca bu kadar çok sevilmesinin elbet ki bir anlamı var. Daha ilerlemeden bu duyguyu açmak lazım. Ruhun ışık alması ; mola vermek, kendini kısa süreliğine iyi hissetmek, içki içmek, sevmediğin insanlarla sevişmek, kendini olmayan bir geçmişin nostaljisine kaptırıp insanlığın kendince ‘altın çağını' ya da medeniyetle bozulmadan önceki 'kutsal ilkelliğini' hayal etmekten farklı bir şey. Işık diye anlattığım duygu umut diyebileceğim duygunun halası belki de... İlla kendimizi ‘logos'un rüzgarına kaptıracak olursak, bu duyguya %30 umut, %40 hayal kurmaya başlatacak enerji, % 20 eyleme geçmeye yetecek enerji, %9 yeryüzünde yalnız olmadığını idrak etme hali, %1 de ani gelen ilham diyebiliriz.
Peki, bu duygunun mekansal bir karşılığı var mıdır? Bence var. Kolayına kaçıp "renkler ve zevkler tartışılmaz tabii, herkes için bu mekan farklıdır, sevgi içimizde" demeyeceğim merak etmeyin. Her mekanı insanların yaptığını göz önüne alırsak, bu mekanın insanları öyle insanlardır ki örneğin, hiçbir kimliği yara haline getirmezler bir başkasında. Sonra bu mekanda mesela lineer tarih anlatıları çarpık kalır. Diyalektik Akdeniz de hep biraz hamurdur zaten; işçiler ve mekan sahipleri öğleden sonraları top oynar, yemekleri doktoralılar ve yüksek lisanslılar pişirirken açıktan lise diploması alacak güzel bir köylü kadın onları yönetir, sakarlıklarına kızar. Ya da beyaz yakalılar çadırlarda iki gün yıkanmadan sabahın yedisinde güneş ışığının göz oymasıyla uyanırlar ama hallerinden çok memnundurlar.
Mekanın mimarisi de bir acayiptir elbet insanları gibi. Bir fikri inşa edenler ancak Ursula Le Guin'in yazabileceği bir tür ortaçağ anarşistleridir. Tutup, "bu mimari bu mekanın ruhuna uysun" deyip sonra daha da ileri gider, mekanın tasarımını mimarlık eğitimi almış ve teknokratlığın demir pençelerinden kendini kurtaramayacak kimselerin diktatörlüğüne bırakmazlar mesela. Sonra – nasıl olsa hayal kurmakla başlar her şey – , Akdeniz kültürlerinin bir bildiği vardır elbet yüzyıllardır; bu medreseler şaşkınlıkla yapılmamıştır sanki, bu yatay mimarlığın, bu avlulu düzenin, bu düz çatıların ve bu revakların bir anlamı vardır denir. Sonra ne bileyim, hani işçilerle top oynanıyordu ya, hani işçi de özünde işçi değil zanaatkardı ya, hani zanaatkarlarda bir animizm başlar... Her taşta ruh kalır mesela, her bakanın hemen yakalayamayacağı oyunlar yapmaya başlarlar. Taşların arasına tuğlalardan kelimeler, şekiller, semboller gizlerler, yapıya bencil bir tekseslilik değil, renkli bir çokseslilik hakim olur.
Burası Şirinler Köyü değil. Burası İzmir'in Selçuk İlçesi'nin Şirince Köyü'nün Kayser Dağı Mevkii'nde, (şimdi içinde Felsefe Köyü'nü de barındıran) Ali Nesin'in Matematik Köyü'nün komşusu, Tiyatro Medresesi.
Üç ay önce geri döneceklerini bile hayal etmeden, "taş attım da kolum mu yoruldu sanki?" felsefesiyle, "benim Türkiye'de 2000 sonrası gelişen alternatif tiyatro hareketiyle ilgili bir yüksek lisans tezim var, bence oraya geleyim bir ay kalayım, hem insanlarla röportaj yapayım hem de gözlem yapayım, köşesinden de yaz boyu süren atölyelere katılayım" gibi deli saçması bir öneriyle kendilerine başvurdum. İki gün içinde Erdem Şenocak'tan "Celal'e bir sorayım ama olur bence" tadında bir cevap geldi. "Celal kim?" demeden de "tamam, hadi gel sen" dediler. O sırada Tiyatro Medresesi'nin kurucu kadrosuyla muhatap olduğumu Medrese'ye gelene kadar fark etmedim.
Temmuz başında kör topal bir ruh haliyle Medrese'ye geldiğimde hala inşaat devam ettiği için toz toprak içindeki bu yerde çok mutlu olacağımı anında hissettim. Bu duyguyu anlatmak için Medrese'nin mimarisinden bahsetmem lazım...
>>>>>