Ayşen Ciravoğlu: Kıyı dediğimiz bir eşik; salt kavramsal değil mekansal anlamda da bir eşik.

04 Temmuz 2008

‘Kıyı'yı mimari anlamda nasıl yorumlamalı?

Belki de önce kavramsal olarak ne anlama geldiğini konuşmak gerek. Çünkü ‘kıyı', aslında bir sınır. Kıyı dediğimiz bir eşik; salt kavramsal değil mekansal anlamda da bir eşik. Çünkü bir şeyin başka bir şeye dönüştüğü bir nokta, bir geçiş ve bu ‘durum' mekansal olarak çok önemli. Kent ve su ilişkisi, bir anlamda boşluk ve doluluk karşıtlığı üzerinden okunabilir. Hangisinin doluluk hangisinin boşluk olduğu son derece muğlaktır, onun içinde de geçişler, karşılaşmalar vardır; ancak suyun izini süren kıyılar, aslında kentin aktığı, eridiği, açıldığı, başka bir şeye dönüşme potansiyeli taşıdığı noktalardır.

Görünebilir olduğu?

Görünebilir olduğu da doğru, ama onun ötesinde kentin bütün enerjisinin sönümlendiği bir yer orası. Dolayısıyla çok önemli. Bulunduğumuz coğrafyada böyle bir değerin olması bizim için inanılmaz bir şey. Yine de ne bugün ne de tarihte kıyıları etkin kullanamadığımızı düşünüyorum. Örneğin Boğaziçi kıyıları tarihsel olarak ve mekansal açıdan çok özel bir yer, ancak bugünün  hukuksal çerçevesinde baktığımızda özelleşmiş bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Saraylar, yalılar yapılarak kıyı özel alan olarak bir nevi işgal edilmiş. Ancak onu eşsiz kılan tam da bu oluşum. Dolayısıyla bu tarihsel olarak bizim sahip çıktığımız bir şey. Her ne kadar Sedat Hakkı Eldem Boğaziçi'nin yazılı olmayan kurallarına göre pek çok alanın kamusal niteliği olduğunu, hatta balıkçıların hemen hemen her yere girebildiğini söylese de bu bütününe yansıyan bir şey miydi bilemiyoruz. Bu tür noktasal örnekler bugün de gözümüze çarpıyor. Örneğin Kandilli'de İskele meydanının yanında yalıların önünden geçen ince uzun, şerit gibi bir yol vardır. Orası gerçekten kamusal bir alandır. Ancak bugün Boğaziçi'nde iskele meydanları ve kent içindeki boşluklar (boşluklar derken kıyıdaki yıkılmış binaların yerindeki yeşil alanlar, parklar) dışında denizle temas ettiğimiz noktalar son derece sınırlı. Örneğin Kuzguncuk'u düşünün.... Ana caddenin kıyıya açıldığı bir nokta vardır; adeta kent içinde delik gibi bir yer.

Bu anlamda Anadolu yakasında daha yoğun bir yapılaşma söz konusu gibi... 

Evet, çok daha yoğun bir yapılaşma söz konusu. Dolayısıyla, bence burada özel / kamusal alan konusu çok önemli. Kavramsal olarak baktığımızda, sözünü ettiğimiz o eşikte olma durumu burada da devreye giriyor. Tabi, hukuksal anlamda böyle bir durum yok; bütün kıyı şeridinin kamusal alan olması gerekiyor. Kıyı kenar çizgisinden itibaren 50 metreye değin hiçbir şey yapamıyorsunuz, ondan sonraki 50 metrelik sahil şeridindeyse sadece belirli işlevleri yüklenen tesisler yapabiliyorsunuz. Gerçi kanunda yapılan son değişikliklerle bu kurallar da epey esnetildi ve yoruma açık hale getirildi. Ancak elimizde oluşmuş bir fiziksel yapı var ve bunun üzerine ne söylenebilir dediğimiz zaman aslında çok şey söyleyebildiğimizi görürüz. Ben fiziksel, toplumsal, ekonomik verileri kullanarak ve mekanı dönüştürerek buradan kamu yararına nasıl bir değer oluşturabileceğimizi araştırmayı önemsiyorum. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi'nin de Mimarlık ve Kent Şenliği kapsamında her yıl düzenlediği Kent Düşleri Atölyelerinde öne çıkardığı konu budur. Bunlar hemen yaşama geçecek öneriler olmayabilir ama en azından tartışma ortamının, düşünce, proje üretme sürecinin sürmesi çok çok önemli. Kıyılar bağlamında şu anki mevcut kamusal / özel alanlar, hukuki düzenlemeler, ekonomik ve toplumsal gerçeklikler her kadar karamsar bir tablo çizerse çizsin tasarımın dönüştürücü gücü kullanılarak önemli projeler üretilebileceğini düşünüyorum. Bunların bir kısmı yaşama doğrudan yansıyacak öneriler olabilir, bir kısmı ise kışkırtarak üzerine konuşulabilecek alanlar yaratabilir. Ancak ne yazık ki ülkenin sürekli değişen gündemi bu tür tartışmalar yapmamızı neredeyse olanaksızlaştırıyor. Gündemimizi yapılan yeni düzenlemelere tepki vermekle sınırlandırıyor. Tabi ki öncelikle konunun siyasal boyutuyla didişmek gerekiyor, ancak bir taraftan da mevcut koşullarda ya da bunların dışında ne tür alternatif mekansallıklar düşlenebileceğine de eğilmek gerek.

2005 yılında düzenlenen Kent Düşleri Atölyesi'nde ‘kıyı' temasının belirlenmesinde yürütücülerin ve katılımcıların bir etkisi oldu mu?

Hayır. UIA'nın Dünya Mimarlık Günü'nün o yılki teması ‘kenti paylaşmak' olarak belirlenmişti. Dolayısıyla bu ‘paylaşma' kavramı üzerinden gidildi. Bizim için kentleri paylaşmak nedir? İnsanların biraraya geldiği, temas edilen, yan yana gelinen ortak alanlardır. Bu nedenle tema, Kent Şenliği organizasyon komitesi tarafından, İstanbul gündeminde öne çıkan kıyı kullanımı ile ilgili sorunlar bağlamında "Kentler, Kıyılar…" olarak belirlendi. Sonraki aşamada bu atölye çalışmasına kimlerin davet edilebileceği düşünüldü, alanlar belirlendi. Bu bağlamda, Salıpazarı-Karaköy sahil alanında Çelen Birkan, Deniz İncedayı, Mahmut Durmuş, İmre Özbek Eren'in; Haydarpaşa-Kadıköy iskeleleri arası sahil alanında ise, Mehmet Konuralp, Ali Kılıç, Sami Yılmaztürk ve Ayşen Ciravoğlu'nun yürütücülüğünde Yalçın Korkmaz, Eren Birce Karafazlı, Ayşegül Kaymakçı, Gülden Kalafat, Aslı Kıyak İngin, Gökhan Aşcı, Cengiz Kaymaz ve Ceki Duşi oldukça başarılı ürünler ortaya koydu. İlk deneyim olduğu için katılımcı sayısı beklendiği kadar olmadı. Yine de yapılan tartışmalar çok verimli oldu ve sonraki çalışmalara yön verdi.

Nasıl bir yöntem izlendi çalışma sırasında?

İlk etapta en çok göz önünde olan ve mimarlar olarak bir söz söylememiz gereken alanlardan yola çıktık. Mevcut siyasi düzenlemelere itiraz edilen noktalarda ne tür alternatif duruşlar tarif edilebilir diye düşündük. Ancak tabiki bu alanlar çok problematik, çok büyük ve çok başka boyutları da olan bölgelerdi. Yine de bu güçlüğe karşın tartışmalarla yönlendiren atölye sürecinin ürünleri kıyının kullanımını sorgulamaya yönelik anket çalışmasından kentsel tasarıma kadar çeşitlenen ölçeklerde oldu.

Peki bir Haydarpaşa ya da Salı Pazarı örneği ‘kıyı' sorunsalını doğru tanımlamak, açmak için ne kadar yeterli?

Tabiki yeterli değil; bence onlar çok özel örnekler. İstanbul'a baktığımızda, Yeşilköy'den Kilyosa, Şile'den Gebze'ye kadar giden bir kıyı çizgimiz var. Bu noktasal örnekler, konunun başka bir boyutunu gündeme getiriyor: Mevcut hükümetin kentsel politikalarının sorgulanması. Bu açıdan kuşkusuz İstanbul için çok yaşamsal, ama ‘İstanbul ve kıyı' dediğimiz zaman bütünü hakkında bir fikir verecek örnekler değil. Bugün, İstanbul'un suyla ilişkisini belirleyen kıyı bandında ‘kamusal alanlar üretilmeli' düşüncesinden yola çıkarak kıyı alanları doldurulup büyük yeşil alanlara dönüştürülüyor. Bu uygulama da yeterince sorunlu bir alanı tanımlıyor, çünkü Yeşilköy'den Pendik'e kadar bütün kıyı şeridini aynı biçimde tasarlıyorsunuz. Bu bir tasarım sorunu. Artık o kıyı mekanında ‘neredeyim?' duygusu, ‘yer' hissi yok oluyor. Ayrıca denizi doldurarak kıyı elde etmek, kıyı ve deniz ekolojisine de olumsuz etkileri olan bir uygulama. Bu anlamda ‘kıyı alanları yönetimi' güncel ve önemli bir araştırma alanı olarak ortaya çıkıyor. Kıyı alanlarını yönetirken kimi kavramlar öne çıkıyor. Bunlardan biri örneğin ‘eşitlik'tir. Bir dönem kıyılarda (sözde) kamusal kullanıma yönelik pek çok sosyal tesisler kuruldu. Ancak bunlar belirli bir kesimin kullanımına açık ve ticari bir yaklaşımla kıyıyı kullanan mekanlar oldular.

Aslında onlar da kendi içlerine kapalı bir mekan tanımlıyorlar, değil mi?

Kesinlikle, onlar herkesin girdiği yerler değil. Ayrıca çoğunlukla ‘tüketim' üzerine odaklandıklarını görüyorsunuz. Dolayısıyla kıyı mekanını değerlendirirken daha nitelikli, kullanılabilir, adil, sürdürülebilir, insanların birbiriyle, suyla temas edebileceği mekanlar yaratılması için mimarlar olarak neler söyleyebiliriz? İstanbul'da, özellikle farklı ekonomik ve toplumsal yapıya sahip insanlar arasında bir temas sorunu var. Bunu kıyılarda çok ciddi yaşıyoruz. Örneğin Sirkeci'den Yeşilköy'e doğru sahilden giderseniz, özellikle Pazar günleri mangal yapan insanlar görürsünüz. Bu karşılaşmalar çok önemli. Kimi mimarlık tarihçileri Boğaziçi'nde kıyıda üst gelir grubunun oturduğunu, tepelere doğru alt gelir gruplarının yoğunlaştığını ama hepsinin yine kıyıda buluştuğunu söylüyor. Bu bilgi tarihsel olarak ne kadar gerçekçi ya da bugünü ne kadar doğru tanımlıyor bilemiyoruz ancak bence bugün, kıyı üzerinde böyle bir buluşmaya, temasa çok ihtiyaç var.

Aslında burada karşımıza iki sorun daha çıkıyor gibi... Birincisi, dolgu alanlarıyla kıyı topografyasının bozulması ve dolayısıyla belleğin sürekliliğinin kesilmesi; diğeri de adı konulmayan bir ayrışma. Örneğin Zeytinburnu sahillerinde piknik yapanları Rumeli Hisarı'nın etrafındaki kafelerde görememek gibi... Belki bunlar da ayrı bir başlık olarak düşünülmeli...

Hem de hiç ayrışmaması gerektiği bir noktada ayrışıyor aslında. Çünkü İstanbul'da bu ayrışmayı zaten çok yaşıyoruz. Güvenlik nedeniyle kapalı site yaşantısı tercih ediliyor örneğin; insanlar o alanların dışında kentle temas etmiyorlar; ‘su' da dahil bütün ihtiyaçlarını site içinde karşılayabiliyorlar. Bir araya gelinebilecek alanlar ise kamusal mekanlar ve bir ölçüde kıyı alanları. İstanbul dediğimizde su aklımıza geliyor ilkin ve tasarımcılar, mimarlar, kent yöneticileri olarak ciddi potansiyeller barındıran bu mekanlar üzerine söz söyleyemiyoruz.

Aslında ortada çok da ironik bir durum var. İstanbul'un simgelerini düşündüğünüz zaman (martı, tarihi yarımada, kız kulesi, vapurlar...) deniz hep var. Ama ‘insan' yok o denizde.

Bu tamamen kıyı kullanımı ile ilgili. Kıyıyı tasarlayamıyoruz, kullanamıyoruz, dolayısıyla ona erişemiyoruz. Tabiki konu salt bir tasarım sorunu değil elbette kıyı kullanımının önünde başka engeller de var. Ancak örneğin Barselona'da çok etkin bir kıyı düzenlemesi ve kullanımı var ve insanlar işten çıktıkları zaman kıyı mekanlarına adeta akıyorlar. Kent, orada bir rahatlama buluyor. İstanbul'un potansiyeli bu örneğin çok çok daha ötesinde.

Atölye çalışmasında birer veri olarak bu tür kıyı kullanımı örnekleri ele alındı mı?

Aslında çok fazla onlar üzerinden konuşulmadı. Atölyeler kendi içlerinde kimi örnekleri incelediler. Her bir alan, kendi özelinde benzer durumlar var mı diye baktı. Ama o noktada, çok sorunlu alanlara odaklanıldığı için benzer örnekler de pek yoktu. Hakikaten bir Haydarpaşa'nın, Tophane'nin sorunları bambaşka.

Atölyeler, proje üretilmesi anlamında nasıl bir araç anlamına geliyor?

Bundan daha güzel bir araç düşünemiyorum. (gülüşmeler) Bir araya gelip düşünce üretmek konusunda bazen çekincelerimiz olabiliyor. Diyelim ki kent içinde bir alan bir grup mimara veriliyor ve onlar kentin ancak o alanını parsel parsel paylaşarak tasarlayabiliyorlar. Oysa beraber bir şeyler üretmek çok başka bir şey. O yüzden atölye çalışmalarını, bu tür etkileşimleri çok önemsiyorum. Biz zaten bunu eğitimin içinde çok sık yapıyoruz ve olumlu taraflarını da görüyoruz. Ancak yaşadığımız kent parçasının ne kadar özellikli olduğunu yadsımadan hele ki kentin sorunlu alanlarında, kıyılarda ortak çalışmalara, alternatif düşüncelere kulak vermek gerekiyor diye düşünüyorum. Bunun için bu tür tartışma ve üretim ortamlarını önemli buluyorum. Elbette organizasyon, katılım sorunları olabiliyor, düşüncelerin yaşama yansıması ivedilikle gerçekleşmediği için ilgi gösterilmeyebiliyor...

Kamusal bir alan için fikir üretilmeye çalışıyor ama çok sınırlı bir çevrede. Örneğin organizasyonu yapan meslek odasının üyelerini bile kapsayamayan bir çevre bu.

Tabiki mümkün olduğunca kapsayıcı olmak, katılımı sağlamak gerekiyor ancak bu o kadar da kolay bir konu değil. Çalışmalara farklı disiplinlerden beslenen düşünceler de mutlaka dahil olmalı, ama galiba biz bu konuda da biraz çekimser davranıyoruz. Zaten birlikte birşeyler üretmek konusunda problemliyiz, bir de dilini, terminolojisini bilmediğimiz bir alanda başka kişilerle tartışmak beraber birşeyler üretmek konusunda daha çok sorunlar yaşıyoruz. Ama bu ancak eğitimden başlayarak gelişebilir. Bu konuda yeni nesil daha şanslı. Uzun zamandır mimarlar her şeyi bilen kişiler olarak yetiştirildi, bu da kentin bütün sorunlarını tek başımıza çözebilirmişiz gibi davranmamıza neden oldu.

Bu, sorunu çok teknik bir konu olarak ele almaktan da kaynaklanıyor olabilir mi?

Olabilir.

Biraz da kullanım alışkanlıklarına mı yoğunlaşmak gerekiyor acaba? Evet, Boğaz'da denizle daha direkt bir ilişki var, ama örneğin Zeytinburnu sahilinde piknik yapanlar denize sırtlarını dönerek oturuyorlar.

Evet alışkanlıklarla ilgili, ama bir taraftan fiziksel birşey de var. Her ne kadar otoyol geçmiş de olsa, Boğaz köylerinin denizle ilişkisi hala çok yaşamsal ve çok doğrudan kurulan bir ilişki. İnsanlar kıyıya akıyorlar, orada buluşuyorlar; Boğaz'ın öyle özel bir tarafı var. Ve evet bu bir kullanım alışkanlığı da yaratıyor aynı zamanda. Ama Sarayburnu'nu düşündüğünüz zaman, orada mekan zaten sırtını dönmüş durumda; insanların da dönmesi çok normal. Sur duvarları, önünden geçen bir otoyol ve onun kenarında incecik bir bant... O bant üzerinde de "yer" manzara sayesinde var. Yer duygusu, kıyı mekanında çok önemli. Kentin başka noktalarında 'yer'i duyumsayabilisiniz çünkü sizi kavrayan birşeyler mutlaka vardır. Ama 'aynılıkta' tasarlanmış mekanlarda, belki de 'yersizleşmek'ten sözetmek gerekiyor. Sarayburnu ve çevresindeki kullanımı düşündüğünüz zaman, 'yersizleşmiş' alanların tercih ediliyor olması da ilgi çekici. Orada, örneğin doğrudan Pazar günleri işleyen bir kullanım var. Bu da bir veri ve bunu gözardı edemeyiz. Demek ki böyle bir ihtiyaç ve ona karşılık gelen bir kullanım biçimi de var. Dolayısıyla onlar da ancak yersizleşmiş mekanlarda kendilerine yer bulabiliyorlar. Bu da toplumsal bir duruma işaret ediyor. Buradan nasıl bir çıkış yolu olabilir, işte bir atölye yapıp tartışmamız gerek (kahkahalar)...

Belki çok da aynılaşmış kullanımlar olması gerekmiyor ama bu kadar da net bir ayrışma olmalı mı acaba?

Bunun bir başka boyutu da örneğin Caddebostan'daki plaj açıldığında yaşanan tuhaf karşılaşma.

O, çok dramatik bir karşılaşmaydı değil mi?

İşte kentin bir potansiyeli de bu. Evet orada zengin kesim yaşıyor ve önlerinde de kamusal bir alan var. Aslında başkaları o kamusal alana çok da fazla müdahale etmiyorlar. Ama plajın açılmasıyla bütün kesimden insanların aktığı bir nokta haline geldi. Plaj çantasını alıp bikinisiyle denize inen hanımlar da oldu, daha alt gelir gruplardan gelen insanlar da. İşte bu karşılaşma çok önemli, ama biz bu durumla nasıl başa çıkacağız?

Kamusallığın nasıl yorumlandığı da üzerinde durulması gereken bir konu haline geliyor burada, değil mi? Çünkü, kimlerin hangi kamusal alanlardan faydalanacağı gibi bir hiyerarşi çıkıyor karşımıza.

Tabi hatta bunun da ötesinde kamusal alanların giderek gözetim altına alındığı ya da ticarileştirildiğinden de söz edebiliriz. Kentte hangi grupların karşılaşacağının belirlendiği bir noktada kamusal alandan söz etmek kuşkusuz olası değil. Tarlabaşı ya da Sulukule'yi de bu açıdan okumak olanaklı. Oralar da birer karşılaşma alanı. Taksim'de, meydanda, İstiklal Caddesi'nde Tarlabaşı'nda oturan insanlarla yan yana gelebiliyorsunuz. Bu alanlarda yaşayanları kentin dışına sürüklediğiniz zaman o karşılaşma olanağını da ortadan kaldırıyorsunuz. Dolayısıyla mevcut otorite tarafından yapılmak istenen tam da bu ayrıştırma gibi gözüküyor.

Peki yapılan bir şeyin hukuka uygun olması onu meşru kılmaya yeter mi?

Gerek şart ama yeter şart değil tabiki. Hukuk en azından konuyu tanıdık, bildik kavramlar, karşılaştırmalar çerçevesinde değerlendirmemizi sağlıyor ancak yararlı ve işler hale getiriyor mu? Bostancı sahili belki hukuka uygun ve belki de hiç yoktan iyi, ama yeterli değil. Kimin, nasıl, hangi biçimlerde kullanacağını tanımlamadan bir proje ürettiğiniz zaman kimsenin kullanmadığı bir noktaya da varabilirsiniz.

Bu anlamda katılımın sağlanması da çok önemli gibi görünüyor. 

Katılım da çok konuşuluyor, ama kimse bunun stratejilerini ve biçimlerini tartışmıyor. Katılım ne yazık ki çoğu örnekte mahallelerde tanıtım yapmanın ötesine geçmiyor. "Bakın biz ne güzel projeler yaptık" diyerek defalarca tanıtım yapıp, sonra da "Mahallede 20 toplantı gerçekleştirdik ve inanılmaz bir katılım sağladık" dediğiniz zaman, bu işe yaramıyor. Bence katılımı nasıl sağlayacağımız konusunda ciddi sorunlarımız var. Biz aslında 'diyalog' da kuramıyoruz. Bir de olmazsa olmaz sürdürülebilirlik meselesi var tabi (gülüşmeler)

'Sürdürülebilirlik' burada ne anlamda çıkıyor karşımıza?

Çevresel sürdürülebilirlik açısından incelediğimizde ‘deniz ve kıyı ekolojisi' önemli konular. Özellikle dolgu alanlar, kıyının doğal çizgisine yapılan müdahaleler, ekolojiye, denizin temizlenmesine ve orada yaşayan canlılara önemli etkiler yapıyor. Ayrıca kıyıyı doldurduğunuz zaman o noktada deniz de doğal olarak derinleşiyor; kayalarla yapılan dolguyu da düşünürsek artık kıyı ile samimi bir ilişki kurduğunuzu söyleyebilir misiniz?

'Kıyı' konusunda hiç 'ekoloji'den bahsedilmemesi garip değil mi?

Çünkü 'kara'dan, yani bu taraftan bakıp konuşuyoruz. Denizi her zaman bir manzara olarak görüyoruz, yani sadece bakılan birşey olarak. Oysa onun da bir yaşamı, ekolojisi var. Aslında bir eşik noktası ve onun ötesinde başka bir yaşam başlıyor. Onu bir manzara olarak düşündüğünüz zaman bütünü gözden kaçırıyoruz demektir. Bu nedenle kıyılar insan merkezli bakışın ötesinde bütüncül bir çevre politikasının bir parçası olarak görülmeli. Ancak böyle bir çerçevede kıyının tasarımı ve kullanımını tartışmak olanaklıdır.


Yasal Durum
Kıyının bu tarafı
İstanbul Plajlarının Dünü Bugünü
Hatırlamakta fayda var...
Yorumsuz
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :