Planlama anlamında kıyı nasıl bir veri olarak ele alınıyor?
Meseleyi tarif eden, kıyıyı planlama açısından nasıl bir veri olarak değerlendireceğimizi bize söyleyen yasal düzenlemeler var. 'Kıyı', Anayasa'da tanımlanmış bir alan ve bu da planlama açısından çok temel bir girdi. Orada, kıyının devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, kıyıdan yararlanmada da kamu yararının esas alınacağı söyleniyor ve bunların da özel yasayla düzenleneceği belirtiliyor. Kıyı, Anayasa tarafından çevresel, kültürel açıdan korunması çok elzem, vazgeçilemez alanlardan biri olarak tanımlanıyor. Onun altına indiğinizde de geçmişi 1950'li yıllara dayanan bir Kıyı Yasamız var. Mevcut Kıyı Yasası, son halini hemen hemen 1990'ların başlarında almış. Hemen hemen diyorum, çünkü 2005 yılında kıyı kullanımını geriye doğru götüren bazı düzenlemeler yapıldı. Aşağı yukarı 50 yıldır kıyıyı toplumun tüm kesimlerinin eşit yararlanabileceği, hiç kimsenin bir başkasına kısıtlama getiremeyeceği ortak kullanım alanları olarak tanımlıyoruz. Planlama açısından da kıyının anlamı tam olarak bu. Kıyı, özel mülkiyete konu olamaz, kıyıda konut dokunulmazlığı olan yapılar yapılamaz. Kıyıda, yapılması zorunlu olan limanla ya da balıkçılıkla ilgili yapılar olabilir. Yasa aslında toplumun eşit olarak erişebileceği alanları tanımlıyor. Çünkü bir alana özel mülkiyet tanımı getirdiğiniz zaman, toplumun genel kullanımına kapatmış oluyorsunuz. Bu, evrensel anlamda da kabul edilmiş bir yaklaşım. Kimi zaman, "Osmanlı'nın da bir kıyı yasası olsaydı, Boğaz bugünkü halinde olmazdı" gibi kontr argümanlarla karşılaşıyoruz. Özellikle İstanbul'un kıyılarını korumak, artık geçmişe referansla olabilecek, çok romantize edilerek yapılabilecek bir konu değil. Kıyıyı serbest bıraktığınız zaman artık kimse ufak tefek yapılar yapmıyor, bütün fırsatlar olabildiğince kullanılmaya çalışılıyor. Türkiye öyle bir ülke ki, İmar Yasası'nda kısıtlamalar getirmeniz, özel olarak bir Kıyı Yasası çıkarmanız ve orada bazı tanımlamalar yapmanız, Anayasa'da bununla ilgili bir tanımlama olması yetmiyor. TCK'nın (154. madde için verilen önergede 'kamu alanının işgal edilmesi'ndeki kamu ifadesi çıkarılıyor, işgaller ve tecavüzler için şikayet koşulu getiriliyor) bunlara aykırı davrananların cezasının ne olacağını söylemesi gerekiyor. Malesef, kamu görevlileri de bu tip düzenlemeleri ancak o zaman ciddiye alıyorlar. Türkiye bu anlamda birçok yasası olan, ama uyulmayan bir ülke. O yüzden kıyılarla ilgili bütün bu yasal düzenlemelerin kendi içinde bir yaklaşımının olması önemli.
Kıyı planlaması, kentin planlamasından ayrı ele alınabilecek bir süreç midir?
Bu anlamda Haliç ilginç bir örnek. Haliç, 1980'li yıllarda bugünkü karmaşık yapısına ulaştı. Fener Balat sahili tarh olarak düzenlenmiş durumda. Ama oradaki sahil yolu nedeniyle içerideki konut alanlarında yaşayan insanların sahille çok fazla ilişkisi yok. Oradan başlayarak Yeşilköy'e kadar giden kıyı şeridi boyunca yine yol nedeniyle içerideki konut ve iş alanlarıyla sahil ilişkisi bozuk, kurulamıyor. Günlük hayatımızın içinde kullanılması gereken kıyılar, hafta sonu piknik gibi şehrin dışında yapılabilecek faliyetlerin yapıldığı rekreasyon alanlarına dönüşmüş durumda. Bu, bir anlamda da kıyıların heba edilmesi. Aslında toplum olarak oraları çok daha etkin kullanabiliriz. İstanbul kıyı şeridi çok uzun. Ama kıyı ile ilişkisi geçmişten gelen yanlış ulaşım kararları sonucunda özellikle sahil yolları tarafından kesilmiş bir kent. Ayrıca sahillerinin bir sürekliliği yok. Bir noktadan bir diğerine kesintisiz bir şekilde birkaç kilometre gidemiyorsunuz. Belirli noktalarda 'kıyı balkonları' oluşturulmuş sanki. Yasaların bize söylediği kıyı kullanımı bu değil. Örneğin Beşiktaş'tan Ortaköy'e giderken denizle göz teması bile kuramıyorsunuz. Ortaköy'de de binlerce insanın sıkış tepiş kullanmaya çalıştığı bir meydana ulaşıyorsunuz.
Ortaköy'den sonrası, çok özel bir yasa olan Boğaziçi Yasası'na tabi. Ben, Boğaziçi Yasası'na dönüp baktığımda, 12 Eylül döneminin ağır koşullarını görüyorum. Türkiye şartlarında, böyle bir yasanın askeri yönetim dönemleri dışında çıkarılabileceğini düşünmüyorum. Hala tartışmalı tarafları olan, sert ve Boğaziçi'ni korumayı öngören, başka hiçbir yerde detaylandırılmadığı şekilde yapılaşmayı tanımlayan bir yasa. Adeta 1/1000 ölçekli plan detayına inilmiş, ama buna rağmen uygulanabilmiş değil. Boğaziçi'nde 30 bin civarında yapı olduğu ve bunların da yaklaşık 3/2'sinin kaçak olduğu resmi makamlar tarafından da kabul ediliyor. Orada olmaması gereken birçok fonksiyonla karşı karşıyayız. Örneğin o benzin istasyonlarını neden hala uzaklaştıramadığımızı bilmiyorum. Sorunların çözülmesine kalkıştığınız zaman, Ankara'ya kadar uzanan müthiş bir bürokratik süreç var. Ama bu bürokratik süreç yanlış işlerin yapılmasını zorlaştırmıyor; sorunumuz bu. Biri Boğaz'da olmaması gereken bir fonksiyonu oraya önerdiğinde, o süreç çok hızlı geçilebiliyor. Bu bakımdan Boğaziçi, çok önemli bir mesele; uzun uzun konuşmak gerek. Boğaziçi'nde kıyı kullanımı, sadece genel olarak kıyı kullanımı ile ilgili bir mesele değil.
Genel olarak baktığımızda kıyılarımızı kesintisiz bir şekilde kullanamıyoruz. Temel sorunumuz bu. Tescilli yapıları ve onların parsellerini bir kenara koyalım ki buralardan da toplumun nasıl yararlanabileceğinin düşünülmesi gerekiyor, konut dokunulmazlığına girmeyecek fonksiyonların verilmesi gerekiyor. İstanbul'un kıyıları çok tartışmalı. İstanbul kıyılarında geriye dönük düzeltilmesi gereken çok hata var. Perşembe Pazarı, 20 - 25 yıldır süren bir skandal örneğin. Dalan döneminde yapılan planlama ve sonrasında arap saçına dönen uygulamalar... Burada kentte ne olup bittiğini anlamaya yönelik bir duyarlılık yok. Perşembe Pazarı gibi bir bölgenin nasıl oluştuğunu anlamaya dönük bir çaba yok. 80'li yılların Dalan döneminin "bir yerde sorun varsa kepçeyi vuralım" mantığı ile yaptığı işler. Bunların hiçbirisi kıyı sorununu çözmeye yönelik hamleler değil; nitekim daha da karıştırmış. Galata köprüsünden içeriye doğru İstanbul'un en değerli sahil bölgelerinden biri, tamamen bir çöküntü alanı haline gelmiş durumda. Hukuki kaos, orada planlanıp yapılabilecek herşeyi kilitlemiş durumda. Bu anlamda kamu otoritesinin bazı şeylerden ders alması gerek.
Ama ortada daha da vahim bir tablo var. Oturup bunları nasıl çözeceğimizi etüd etmeden, kendi kendimize yeni yeni sorunlar çıkarıyoruz. Örneğin 2005 yılında Kıyı Yasası'na konulan 'kruvaziyer liman' tanımı tam bir felaket. Dolgu yapılabiliyor, onun üzerinde uzun dönemli kiralama ile fiili bir mülkiyet yaratacak şekilde işletme oluşturabiliyor... Bunların örneklerini de gördük. Galataport bu örneklerden biriydi. Orada karşımıza çıkan bir kruvaziyer liman projesi değildi. Çünkü proje, kruvaziyer liman kapasitesi yaratamıyordu. Oradaki fiziki mekan şartlarını düzenliyordu ve kruvaziyerlerle gelen turistlerin daha fazla zaman geçirebileceği bir mekana dönüştürüyordu. Bunu da rezidanslarla, otellerle ve daha da vahimi alışveriş merkezleri ile yapıyordu. Daha yakın bir tarihte başka bir örneğini de Kazlıçeşme'de gördük. Kazlıçeşme'deki proje, İstanbul'daki en büyük alışveriş merkezinden daha büyük bir kapalı alana sahip bir alışveriş merkezi öneriyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 125 bin metrekare civarında bir alışveriş merkezi kapalı alanı öneren bir kruvaziyer limanı projesi. Bu, kruvaziyerlerle gelecek turistlerin ötesinde İstanbul'a da hitab eden bir alışveriş merkezi. İstanbul'un herhangi bir yerinde yapılabilecek bir projeyi, kıt kaynak olan kıyılara öneriyorsunuz.
Bu çok ironik bir durum değil mi? Hukuk, kıyıyı tartışmasız bir şekilde ‘kamusal' olarak tanımlıyor, ama bu kamusallığı delmek için de hukuk devreye giriyor.
Galataport başından beri birtakım şaibeli, tartışmalı süreçlerle bu noktaya geldi. Yasaları ve yönetmelikleri uygun hale getirmek de bir virgül gibi algılandı. Aşılacak bir detay gibi göründü. Haydarpaşa için ise çok esnek bir yasa çıkardılar. O yasanın ne kadar uygulanabilir olduğu proje geldikten sonra açılacak davalar ile görülecek. Henüz onaylanmış bir proje olmadığı için Haydarpaşa tartışması alevlenmedi. Haydarpaşa için hazırlanan özel yasa hayli riskli ve sonuçları da belirsiz.
Galataport, Kuşadası Port ile birlikte gündeme geldi. Oradaki yönetmelik düzenlemesi, o ihale sürecinde gündeme geldi. Biz, hemen Danıştay'da ilgili yönetmelik için dava açtık. Arkasından Galataport'un plan ve projeleri onaylandı; hemen onlara da dava açtık. Önce yönetmeliğin iptalini sağladık ve buna bağlı olarak da plan iptal oldu. Kruvaziyer liman tanımının Kıyı Yasası'na girmesi böyle oldu. Oda (Şehir Plancıları Odası) olarak yönetmeliklerin iptali için dava açabiliyoruz, ama yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi'ne gidemiyoruz. Bu nedenle Meclis'teki muhalefet milletvekillerine bilgi aktardık, oradaki yanlışlığı anlatmaya çalıştık. Kruvaziyer limanla ilgili bir kriter de yok. Siz rahatlıkla İstanbul Surlarının bittiği yerden başlayarak ki Kazlıçeşme orada Yeşilköy'e kadar bütün sahili kruvaziyer liman olarak tanımlayabilirsiniz. Galataport öyle belirlendi. Karaköy'den başladı ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne kadar geldi. O gün yapılabilmiş olsaydı, bütün sahil alışveriş merkezi, otel, rezidans projeleri ile doldurulacaktı. Anayasa Mahkemesi'nde dava açıldı, ama anlayamadığımız bir şekilde iptal nedenini kabul etmediği bir sonuç çıktı. Biz de yasayı veto etmesi talebiyle Cumhurbaşkanına gittik. Şehir Plancıları Odası tarihinde ender Cumhurbaşkanı ziyaretlerinden biri bunun için oldu. Ancak beklediğimiz gibi olmadı ve zamanın Cumhurbaşkanı Sezer yasayı veto etmedi. Böylece o kruvaziyer liman tanımı yasanın içinde kalıcı hale geldi.
Kıyıda öyle bir kruvaziyer liman alanı öngördük ki, İstanbul'u tanımak isteyen, o öngörüyle gelen turistleri de kendi izole alanlarına hapsedelim, oradaki otelde kalsınlar, oradaki alışveriş merkezinden alışveriş yapsınlar dedik. Bu, aslında turizm açısından da kabul edilebilir bir şey değil. Dolayısıyla bu, plancıların ve mimarların kent açısından yapacakları bir tartışmanın konusu değil; aynı zamanda bu kentin ticari hayatı bakımından da tartışılması gereken bir konu.
İstanbul için hala bir kıyı kenti diyebilmek mümkün mü?
İstanbul, kıyılara doğru açılan kent olma özelliğini uzun zaman önce yitirmiş. Orhan Pamuk, Nobel'i kazandıran İstanbul kitabında kentin kıyıyla ilişkisi açısından önemli bir şey söylüyor: O tarihte evlerin yüzde 90'ı ya kıyıyla çok içli dışlıdır, ya da denizi belirli bir yükseklikten belirli bir açıyla görürdü. Orada kentin çocuklarının günlük hayatında Boğaz'ın nasıl bir yerinin olduğunu, Boğaz'dan geçen gemileri nasıl saydıklarını anlatıyor. Ama denizle kurulan bu sıkı fıkı ilişki, kentin büyümesiyle birlikte bir mesele olarak algılanmamış. Oysa bu kent yüzyıllardır denizi hem estetik bir unsur, hem ekonomik olarak, hem ulaşım aracı olarak kullanıyor. Tarihi İstanbul olarak nitelendirebileceğimiz Boğaziçi, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy, Beyoğlu, Tarihi Yarımada, Şişli'nin denizle ilişkisi sorunlu; çünkü kıyı kullanımında kesintiler var. Ama İstanbul nüfusunun daha da büyük bir bölümünün yaşadığı ve son 50 yılda oluşmuş yeni yerleşim yerlerinin denizle ilişkisi hiç düşünülmemiş. Hiçbir ulaşım sistemi denize açılmıyor, bu anlamda hiçbir toplu taşıma sistemi öngörülmemiş. Zaten kentin merkezi alanlarının denizle ilişkisi tesadüfe bırakılmış, bir anlamda kopmuş. İstanbul'un ulaşım sistemi öyle bir denizi görmeyen sistem ki, denizi görmeyi hayal ettiğimiz tek yer Boğaz'ın üzerine yapacağımız köprüler. İstanbul ulaşımını planlayanlar, denizi aşılması gereken bir engel olarak görüyorlar. Oysa eskiden beri deniz İstanbul için bir olanak olarak değerlendirilmiş. İstanbul ulaşımında öyle kısıtlı bir seçenek sunuluyor ki, Kadıköy'den Beşiktaş'a geçmek isteyenlerin önemli bir kısmı dolmuş ya da otobüs kullanıyor. Demek ki denizle olan ilişki artık kenti zenginleştiren bir unsur olarak görülmüyor. Kent daha çok içeriye doğru yayılıyor; kentin prestij merkezleri Maslak, Levent gibi içerilerde kurgulanıyor. Buralar, kentin denizle ilişkisinin ancak belirli bir yükseklikten sonra algılanabildiği, denizin uzaktan tüketilen bir manzara haline geldiği yerler.
Planlama'daki çok başlılık kıyı kullanımına nasıl yansıyor?
Kıyıyı henüz kabüllenememiş, yaşamının bir parçası haline getirememiş bir toplumda kurumsal karmaşa daha da büyük bir felaket tablosu yaratıyor. İstanbul açısından bakacak olursak, ilçe belediyeleri ve Büyükşehir Belediyesi var; Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nın bu anlamda bir yetkisi var ki zaten Kıyı Yasası'nın yürütücüsü de onlar, yönetmelikleri de onlar hazırlıyorlar. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, İstanbul için işlevini büyük ölçüde tamamlamış bir bakanlık. Çünkü Büyükşehir sınırları il sınırlarıyla tamamen bütünleşti. Bakanlık İstanbul'da ne yapıyor diye baktığımızda, iki önemli şey yaptığını görüyoruz. Yapı denetim şirketlerini denetliyor, bir de kıyı dolgu planlarını yapıp onaylıyor. Bakanlığın İstanbul gibi bir kentteki iki temel faliyetinden biri bu, çünkü bu kentte bu kadar çok kıyı dolgu planı yapılıyor. Bu anlamda dünya kadar proje var; yat limanları, marinalar, çeşitli yatırımlar... Bu nasıl bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor: Bir bakanlığın temel işlevlerinden biri, İstanbul'un kıyılarını doldurmak. Barbaros Bulvarı'nda kocaman bir il müdürlüğü binası var, o binanın temel işlevlerinden biri bu. Yat limanları gibi turistik bir boyut taşıyan bütün işlerin içine de Turizm Bakanlığı giriyor. Galataport'ta da benzer bir konu tartışılmıştı, ilgili yer 'turizm merkezi' olarak ilan ediliyor. Onlar da Bakanlar Kurulu'ndan 'turizm merkezi' olarak karar aldırıp, oradaki karar verme yetkilerini kendi taraflarına almaya çalışıyorlar. Dolayısıyla bu kıyıyı korumanın ötesinde orada neyin yapılacağına kimin karar vereceğine yönelik bir mücadeleye dönüşüyor. Bir boyutuyla siyasi, bir boyutuyla bürokratik kavgalar yapılıyor, başka bir boyutu da merkezi ve yerel yönetimler arasında yetki kavgası olarak yaşanıyor. Öte taraftan karar verme tekelini almak için yukarıda fillerin kavgası gibi bir kavga verilirken, birebir kıyıya indiğiniz zaman kıyıdan kimse sorumlu değil. Orada top tamamen ilçe belediyesine atılabiliyor. Birşeyden dolayı toplumsal bir tepki oluşmuşsa, sorumlu hemen X Belediyesi oluveriyor. Oysaki hiçbir yetkisi yok, kimse görüşünü bile sormuyor. Örneğin Galataport tartışmalarında Beyoğlu Belediyesi'nin bu anlamda hiç sürecin içinde yer almadığını gördük.
Büyükşehir Belediyesi bile her zaman sürece dahil olamayabiliyor.
Büyükşehir Belediyesi daha önce dava da açmıştı, sonrasında basında o davayı çektiğine dair haberler çıktı. Yani kentin yönetimleri de müdahil değiller. Kıyı, merkezi yönetim tarafından kıt bir kaynak olması ve yoğun bir rant alanı olarak görülmesi nedeniyle kendi aralarında dahi paylaşamadıkları bir alan olarak görülüyor. Bayındırlık Bakanlığı bir takım yetkilerini kaybettikçe, kıyı ve etkilenme alanlarında yeni yasal düzenlemeler çıkarmaya çalışıyor. O anlamda İstanbul kıyıları tam bir kavga, kargaşa konusu. Dediğim gibi kötü birşeyler olduğunda da sorumlu yok; İngilizlerin dediği gibi herkesin birbirinin kucağına atmaya çalıştığı sıcak patatese dönüşüyor.
Farklı farklı kurumların planlama yapabilmesi ne kadar sağlıklı?
Tabi hiç sağlıklı değil. Her kurum kendi bulunduğu noktadan birşeyleri çekiştirmeye çalışıyor. Kruvaziyer ve yat limanları diye baktığımız zaman ki bir kısmı onaylanmaya çalışılıyor, bir kısmı heüz onay aşamasına gelmemiş, bir kısmı fikir aşamasında belki, çok sayıda proje var... Oradaki karmaşaya baktığımızda da farklı kurumları görüyoruz. Ama bu arada İstanbul'un örneğin bir turizm master planı yok. Yok, çünkü esas olarak İstanbul'un bir master planı yok. Biliyorsunuz 2006 yılında bir 'çevre düzeni planı' onaylandı, arksından büyük bir tartışma koptu. Öyle bir plan ki, belediyeye hiçbir biçimde hesap soramıyorsunuz. Belediye kendi şirket ortamında planı üretiyor ve siz planla ilgili herhangi bir konuyu tartışmak istediğinizde karşınızda bir muhatap yok. Beldiyenin yasal kurumları bürokratik bir engel olarak görülmüş ve bir kenara itilmiş, doğrudan doğruya belediye başkanına bağlı, sanki bir şirket ortamı gibi bir yapılanmaya gidilmiş. Siz mimarizm.com'u bir şirket ortamında hazırlayabilirsiniz, ben de eleştirilerimi yaparım; dikkate alırsınız ya da almazsınız. Ama İstanbul planı söz konusu olunca 'dur bir dakika' denilir. Nitekim mahkeme 'dur bir dakika' dedi. Üniversite hocaları var, bütün akademik dünya bu planlama sürecinin içinde sözleri de bir yanıltmaca; bunu zaman içinde gördük. Hakikaten orada akademik kadrolar var, ama onlar İstanbul'un fotoğrafını çekmeye çalışıyorlar. Nerede neyin olduğunu anlamaya çalışıyorlar, çünkü İstanbul'a ilişkin veri yok. İstanbul'un planlama açısından en temel veri olan nüfusunu bilmiyoruz. Kent, metropolitan alan olarak nereye kadar yığılmış, onu bilmiyoruz. Ne kadar konut var, bunların ne kadarı dolu / boş bilmiyoruz. İstanbul'un sektörel yapısının eğilimlerini bilmiyoruz. Sanayide hangi sektörün nasıl mekansal davranış eğilimleri var, kim nereye niye gidiyor; istanbul'un merkezi iş alanlarındaki ofis kullanımları neye göre şekilleniyor, nasıl yer seçiyor bilmiyoruz. Bunların fotoğrafı çekilmeden hızla plan yapmaya çalışıyorsunuz. O plandan bazı yerlerde rastlantısal olarak ya da kişisel deneyimlerle doğru kararlar çıkmış olabilir; ama bunun planlama çalışmasının gerektirdiği sistematik içinde yapıldığını söyleyemeyiz.
İl Çevre Düzeni Planı'nı kıyı kullanımı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tartıştığımız Haydarpaşa, Galataport, Kazlıçeşme'nin üzerinde liman çizgisi vardı. Belediye şu anda planı revize etmeye çalışıyor, önümüzdeki aylarda kamuoyunda tartışılacak. Bunları şu anda nasıl irdeliyorlar bilmiyorum, ama planın kıyının sürekliliğini bozan, kıyıdan toplumun eşit bir şekilde faydalanmasının önünde bir engel oluşturan fonksiyonları rehabilite etmeye, sorunu tarifleyip çözmeye yönelik bir önerisi yoktu. Kıyı kullanımlarının yeniden etüd edilerek semt semt, bölge bölge, ilçe ilçe ve nihayet kent bütününde entegre edilmesine yönelik temel kararlar yoktu.
1/100.000 ölçekli İl Çevre Düzeni Planı ile ilgili önemli argümanlardan biri de kentin desantrilazyonunu öngörmesiydi. Sizce desantrilizasyon kıyıların üzerindeki negatif baskının göğüslenmesi ve kamu ruhuna uygun kullanılabilmesi için bir yöntem olabilir mi?
İstanbul'daki desantrilizasyon kararları daha çok sanayiye yönelik. Orada İstanbul'un 50 yıldır sanayiye dayalı bir kentleşme yaşadığı, her bir sanayi istihdamının arkasından 10 nüfus getirdiği ve nüfusun artışının bu denklemin kırılmasıyla önünün kesilmesi gibi bir varsayım var. Sanayileşmenin yoğun olduğu zamanlara geri dönüp baktığımızda, istihdamın getirdiği o nüfusun denizden uzak dediğimiz o ilçeleri yarattığını görüyoruz. Anadolu yakasında Sultanbeyli'ye doğru, Avrupa yakasında da Bayrampaşa, Gaziosmanpaşa'ya doğru gitti. Aslında daha çok ormanların ve içme suyu havzalarının etrafındaki yapılaşmayı getirdi. İstanbul kıyıları, bazı spesifik lokasyonlar dışında değerini hep korudu. Örneğin 1970'li yılların kargaşa ortamında belki bir takım kentler oluştu ama Boğaziçi değerini hep korudu. Bu anlamnda bizim denizle ilişkimizi bozan o nüfus değil. Bizim denizle ilişkimizi bozan asıl kentin sanayiden nitelikli hizmetlere geçiş dönemini yaşadığımız şu anki yeni dönüşümler. Çünkü onların kıyıdaki kullanımları satın alabilme gücü çok daha yüksek; kıyıyı farklı biçimlerde kullanma talebi diğerlerine göre çok daha etkili. Bu nedenle Çevre Düzeni Planı'nda öngörülen desantrilizasyon kıyıların üzerindeki baskıyı azaltmayacağı gibi, kentin yaşayacağı sektörel, ekonomik ve demografik dönüşüm nedeniyle kıyılar üzerindeki baskı çok daha artacak.