Yeri gelmişken bu "hayata geçmeyen şehircilik projeleri" üzerine biraz konuşabilir miyiz?
Tabi. Maalesef ülkemizde ne şehirciliğin değeri biliniyor, ne de şehircilik tam olarak uygulanıyor. Örneğin Sidney kentinin planları 1950 yılında yapılıyor ve hala kent bu planlara göre gelişiyor. Biz de ise tam bir kaos yaşanıyor. Uygulanacak olan Beşiktaş Meydan Tasarımı Projesi için çalışan ekipte ben de vardım. Projeye şehir plancısı haricinde herkes karıştı! Elbette Beşiktaş gibi kilit bir nokta üzerine fikir beyan edilmesi gerekir, fakat bu fikir beyanından çok dayatma idi. Bu durumda şehir plancılığının bir manası kalmıyor ki… Başkan kendisine göre, ulaşımcı kendisine göre, anıtlar kurulu kendisine göre davranıyor. Plancı ise bunların arasında sıkışıp kalmış. Hem bu sesler doğrultusunda hem de patronunun istekleri doğrultusunda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Böyle olduğu için de yollarımız tıkanıyor, alt yapımız çalışmaz hale geliyor…Sonuçta yaşanmayan bir kent çıkıyor ortaya...
Siz de bir şehir plancısının, öncelikle mimar olması gerektiğine mi inanıyorsunuz?
Matrix filmini izleyenler bilir; "Matrix"i planlayan bir mimardır. Filmdeki kadar üst boyutta olmasa da planlama yapılırken mimar kimliğinin olması gerektiğini düşünüyorum. Kentsel tasarımın, mimarlığın içinde eritilmesi ve ilgili diğer kurumlarla işbirliği halinde çalışacak şehir ve bölge bölümlerinin daha etkin olarak kurgulanması gerektiğine inanıyorum.
Bir üst ölçek olan bölge planlama çok önemli bence. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Şehir ve Bölge Planlama Bölümü eski başkanı Hüseyin Kaptan derslerinde, bölge planlamayı suya atılmış bir taşa benzetirdi ve suyun dalgalarının büyüyerek ilerlediğini söylerdi. İstanbul'a bu taş atıldı- öyle bir taş ki şehir artık hareket edemez hale geldi-; halkalar Adapazarı, Bursa şeklinde büyüyor. Ama kimse o halkanın niteliğini tartışmıyor. Adapazarı'na fabrika kuruyorsunuz ve o ovayı öldürüyorsunuz. Kıstas, ovanın mı yoksa fabrikaların mı değerli olduğu. Bu noktada da işe, ülke bazında el atılması gerek. Bu sebeple de ülkeyi planlayan insanların milliyetçi olmaları gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu ovalar elden gittiği zaman dışarıdan tahıl ithal etmek zorunda kalıyoruz. Biz ilkokula giderken Türkiye'nin "kendi kendine yeten bir ülke", Konya'nın ise "tahıl ambarı" olduğunu öğrenmiştik. Oysa şimdi Amerika'dan tahıl ithal ediyoruz. İşte bu durum, büyük bir planlama hatasına işaret ediyor bence.
Planlamanın aslında ülkenin kaderini etkileyen politik bir eylem olduğunu ve politikadan kopuk bir biçimde algılanmaması gerektiğini söylüyorsunuz, değil mi?
Kesinlikle böyle söylüyorum. Ben şehir ve bölge planlama okumadım, ama bildiğim kadarıyla bölge planlama hem çok önemli, hem de çok hassas bir iş. Planlama kurumlarının, iktidarlara göre değişmeyen bir yapısının olması lazım. Ben açıkçası ülke planlamanın, mimarlıktan çok daha önemli olduğunu düşünüyorum: Sonuçta mimar belli bir ölçekte insan için çalışır, ama plancı insanın ötesinde topluma hizmet eder.
Bu noktada siz Türkiye için nasıl bir planlama modemi önerirsiniz?
Öncelikle İstanbul'un üstünden bu taş alınarak hafifletilmeli. Anadolu'da İstanbul gibi ekonomik açıdan cazibe merkezlerinin çekim gücünün arttırılması gerekir. Bu tam olarak ne olabilir bilemiyorum, fakat nasıl ki "Haydarabat"a artık "Syberabat" diyorlar, biz de Hindistan'ın yaptığını yaparak bilişim sektörüne kayabiliriz. Ya da onca değerli toprağımız var, ekolojik tarım yapabiliriz. Oysa biz copy-paste inşaat projeleri yapıyoruz, İstanbul'un değerlerini ormanlarını yok ederek.
Bu aralar cennetmekân, değeri pek bilinmeyen ustalarımızdan Turgut Cansever'in kitaplarını okuyorum. Mahalle kültürünün yok edildiğinden bahsediyor, eskiden mahallede bir bina yapılırken mahalleli fikrini beyan ederdi, dolayısıyla mahalleye, mahallelinin istemediği bina yapılmazdı, diyor. Bu aslında çok önemli bir ipucu, mahalleli sizden daha uzun zamandır yaşıyor ve oranın havasını suyunu sizden daha iyi biliyor. Ait hissediyor kendini o mahalleye. O aidiyet duygusunu öldürdüğünüz zaman, o mahalleyi de öldürmüş oluyorsunuz. Rant uğruna, bindiğimiz dalı kesiyoruz, farkında değiliz. Kenti öldürüyoruz, sonra da neden öldü, diye soruyoruz.
UİA başkanı helikopterle önce Süleymaniye'nin sonra da Şişli'nin üzerinden geçiyor ve "bu iki mahalleyi yapan insanlar aynı mı?" diye soruyor, ben bundan utanç duydum… Mimarlığımızdan o kadar çok şey kaybettik ki… Mimar Sinan'ı bilmiyoruz bir kere. Daha doğrusu onun yapım tekniklerini bilmiyoruz. İnternette şehir efsaneleri gibi dolaşıyor. Hâlbuki bu mimarlık biliminin yapıldığı yerde "neufert" gibi el kitabı olması lazım diye düşünüyorum. Japon mimarlar minarelerin altındaki sisteme kadar inceliyorlar da Sinan'ın yapılarını, biz bilmiyoruz! Sonuçta birtakım başka ekoller yurdumuzda mimari anlamda üslup olarak kullanılmaya başlanıyor tabii. Bu da ne kadar esas kültürümüzü yansıtıyor tartışılır? Bruno Taut, mimarlığı bir zepline benzetiyor ve dünyayı dolaşan bu zeplinin, üzerinden geçtiği coğrafyaya göre şekil aldığını söylüyor. Ama maalesef o zeplinin artık tek bir şekli var ve modaya göre değişiyor!
Bu durumda mimar olarak bir özeleştiri yapmak gerekirse?
Önceleri ben bütün mimarları Cengiz abi gibi sanıyordum, piyasaya girince çeşit çeşit mimar olduğunu anladım. Belediye mimarı, piyasa mimarı, dergi mimari vb. Örneğin fiyatlandırma konusunda biraz özeleştiri yapalım: Mimarlar Odası tarafından belirlenmiş olan bir fiyat listesi var. Ama piyasada işleyen rakamlar bunlar değil! Örneğin Mimarlar Odasının önerdiği fiyat proje başına 10 bin lira olsun. Buna rağmen müşteri 8 bin liraya hem elektrik, hem statik, hem mekanik hem de mimari projelerin hepsini çizdirebildiğini söylüyor. E, bu kadar az paraya iş yapınca vergilere ne oluyor? Sonra oradan kaçır, buradan kaçır… Cengiz Abi bir projeye ortalama 6 ayını verirdi. Bu fiyatlara göre projenin 2 günde bitmesi lazım oysa; bu da copy-paste sistemini doğuruyor. Emek verilmeden seri-üretim projeler. Düzen bu! sonra İstanbul neden bu halde diye konferanslar yapılıyor. Oysa, nasıl ki artık yapı denetimsiz hiç bir iş yapılmıyorsa, mimarsız da hiç bir iş yapılmamalı. Ev tadilatı sürecine bile mimar dahil olmalı ve hak ettiğini almalı ki çevre güzelleşsin... Hakların yendiği bir yerde zulüm vardır; zulmün olduğu bir yerde ise kaos!
Mimarlar Odası'nın belirlediği fiyatlara göre çalışan çok az büro var. Örneğin Cengiz abi, Oda'nın belirlediği en az bedelle çalışırdı. Hiç bir zaman fazlasını istemezdi, ama daha düşüğe de çalışmazdı.
Biz de böyle bir ortamda tutunmaya çalışıyoruz. Çizim yapmak sadece büroyu çeviriyor. Uğraşıyorsunuz, didiniyorsunuz, ama para kazanamıyorsunuz. Çünkü müteahhit mimarla pazarlık etmek için gelip, "senden yeni proje istemiyorum ki, uğraşma, eski projelerinden copy-paste yap" diyor. O kadar isteyerek mimar olmuş biri olarak ben bile, zaman zaman acaba mimarlık değil de başka bir iş mi yapsam, diye düşünüyorum. Çünkü ilerisini göremiyorum ve gayriihtiyarî olarak kendimi emniyete almak istiyorum. Hizmet ettiğimiz kesimin bilinçlenmesi lazım.