Peki, sizin öykünüze geri dönecek olursak üniversiteyi bitirdikten sonra ne yaptınız?
Şehir bölge planlama bölümünde 1 sene okuduktan sonra mimarlığa geçtim. Şehir bölge'de yaptığım ikinci projeyi mimarlıkta kabul edip, ilk projeyi kabul etmedikleri için, bir dönem daha proje dersi aldım. Bu arada mimarlıkta başarılı olmamda rolü çok büyük olan ve beni hep destekleyen Prof. Murat Soygeniş'in adını anmam lazım burada. Hatta mezun olduktan sonra da desteği sürdü; 2008 yılında bir sene boyunca kendisiyle birlikte Yıldız'da diploma projelerine asli jüri üyesi olarak girmemi istedi. Onunla çalışmak çok ayrı bir tecrübe oldu benim için. Siz farkında olmadan 10 yılda biriktirdiklerinizi ortaya döküyorsunuz, öğrencilerden çok güzel fikirler çıkıyor. Bu çok gurur verici bir durum, çünkü arkadan iyi bir neslin geldiğini görüyorsunuz.
Okuldan mezun olduktan sonra da Cengiz abinin yanında çalışmaya başladım, işi öğrenmek için. Mimarlık, usta çırak ilişkisidir.
Çok yazı yazdınız mı?
(Gülüyor) Yazan arkadaşlar vardı, ama ben yazmadım. Bir gün bir tebrik kartına yazı yazarken benim yazımı gördü Cengiz abi ve sanırım beğendi, o yüzden beni direkt çizime aldı. İlk başladığım zaman bir rölÖve işi vardı, üst katta onun çizimlerini yaptım. Bir süre sonra Davutpaşa Medresesi'ne başladım. Bir yandan da Cengiz abinin Güre'deki evinde düzenlediği workshoplara katılırdık o dönemde. Hatta bir keresinde kentsel tasarım üzerine çalışıyorduk; park yeri tasarlıyorduk, fakat bilgisayarsız ortamda! Çok küçükken el ile çizsem de bilgisayar kullanmaya artık çok alışmıştık. (Gülüyor) Bilgisayar ile yapmak kolay, ama çizdiğiniz 1/100'ü, daha sonra 1/50'ye büyütmek için çokça Zihni Sinir projesi uyguladığımızı hatırlıyorum. (Gülüyor)
Tam bir okul ortamı gibi idi Cengiz Bektaş'ın bürosu. Yurtdışından gelip giden öğrenciler çoktu. Dediğim gibi workshoplara katılırdık. Bir de Cengiz abi "toparlanın, Edirne'ye gidiyoruz" derdi mesela. Edirne'ye giderdik, bize Selimiye'yi, 2. Beyazıt Külliyesini anlatırdı… Ben Mimar Sinan'ı okulda öğrenmedim, Cengiz abiden öğrendim.
Öz Yönetim İşliği'nin halen yürütüldüğü zamanlardı değil mi bu anlattığınız zamanlar?
Evet, daha atölye kütüphane bölümüne taşınmamıştı, şu an eşinin bilgisayar firmasının olduğu yerdeydi.
"Ustam" diyorsunuz Cengiz Bektaş için?
Evet, mimarın kim olduğunu, mimarlığın nasıl yapıldığı, bir mimari büronun nasıl olması gerektiğini ondan öğrendim ben. Örneğin Güre'deki devre mülk yanında restoran yapılıyordu, Cengiz abiyle birlikte kontrolörlüğe gidiyordum ben de. Biz inşaata gidince, sanki komutan geliyormuşçasına hazır ola geçerdi ustalar, yaptıklarını beğendirmeye çalışırlardı Cengiz abiye. Ben mimarın ne demek olduğunu o zaman anlamıştım. Hiç görmemiştim böyle bir şey, çünkü Akşehir'de mimarı gören usta "abi, gel bir çayımızı iç" falan derdi oysa! Asla taviz vermezdi Cengiz abi, böyle olacak dediyse, usta böyle yapmalıydı.
Ben de biz mimarların o disiplini sağlaması gerektiğine inanıyorum. Sağlayamadığımız takdirde, -her ne kadar bir yarım laz olsa da- "Laz Müteahhit" kavramını ortadan kaldıramayacağız, bizi mimar değil danışman olarak görmeye devam edecek müşteriler. İnsanlar nasıl ki bir doktorun, avukatın odasına girdiklerinde ceketlerini ilikliyorlarsa o şahsın bilgisinden dolayı, mimarın yanına geldikleri zaman da, ceketinizi iliklemeseler bile en azından mimarın bilgisine ve yaptıklarına saygı duymalılar. Bu, toplumun bilinçlenmesi meselesi. Ama maalesef toplumumuzda henüz mimar kimliği gerektiği yerini alamadı, ki sonuçta mekanlarımız çağdaş devletlerin mekanları seviyesine ulaşamadı. Hâlbuki bir mimar sizin 7/24 yapacağınız her hareketinizi önceden düşünüp ona göre fiziki boşluğu sınırlandırarak mekân haline getirir. Siz de sonuçta ya mutlu olur iyi dileklerde bulunursunuz ya da tersi...
Cengiz Bektaş'ın mimarlığından en çok hangi noktada etkilendiniz?
Problemlere yerel bir takım çözüm önerileri getirmesi noktasında. Örneğin Cengiz abi, projenin yerine göre betonarme kolon yerine taş kolon kullanır. Onun için önemli olan, yapısının amacına uygun bir biçimde kullanılmasıdır. Örneğin Akşehir'de radikal, modern bir bina yapabilirsiniz, ama küçük yerlerde insanlar "pahalı olur" düşüncesiyle böyle bir binaya girmeye çekinirler. İşin püf noktası budur, yoksa elbette herkes sizin tasarımınıza saygı duyar.
Cengiz abi'nin Mersin'de yapmış olduğu "İş Merkezi ve Gökdelen" hakkındaki eleştirileri okuyorum şimdi. 52 katlı son derece radikal bir yapı, katılıyorum. Bu yapıyı çelik yerine neden betondan yaptı, diye eleştiriyorlar örneğin. Oysa yanıt çok basit: Yapının sahibi aynı zamanda beton işi yapıyormuş. Yoksa Cengiz abi o yapıyı çelikten da yapardı, ama koşullar başkaymış diye düşünüyorum kendimce... Fakat liseyi Mersin'de okuduğum için biliyorum ki, o yapı 52 katlı da olsa, betondan da olsa, halk; yani belli bir zümre değil askeri, öğrencisi, o çarşıyı öyle güzel kullanıyordu ki, o çarşı adeta yaşıyordu. Bence önemli olan da bu.
Cengiz Bektaş ile toplamda ne kadar çalıştınız ?
Üniversite devam ederken 3 yaz, mezuniyet sırasında ve mezun olduktan hemen sonra ise 6 ay çalıştım. Cengiz Abiye yüksek lisans konusunu danışmıştım o sıralar. O da yurtiçinde yüksek lisans yapmanın kendini tatmin etmekten başka bir şey olmadığını söylemişti. Öyle olunca uygun bir yer neresi olabilir derken, Avustralya'da yüksek lisans yapmak için başvuruda bulunmuştum, Bilgisayar Ortamında Mimarlık'tan kabul edilince ayrıldım. Avustralya'dan döndükten sonra ise proje bazlı olarak çalıştık kendisiyle.