Beklenen tarih geldi. 2008 ile birlikte Birleşmiş Milletler çatısı altında iklim değişimine karşı ilk küresel harekat olan Kyoto Protokolü'nün belirlediği "sera gazlarını azaltma dönemi" başlıyor. Birleşik Devletler'in metnini hazırlayıp imzaladıktan sonra parlamentosunda onaylamadığı, liberalleşme yolundaki Türkiye'ninse henüz imzalayacak kadar idrak edemediği protokol, insanlığın gerçek anlamda küresel ilk meselesini çerçeveliyor. Yaklaşık 20 yıllık bir gecikme ve piyasanın gizli elinin yardımıyla dünyayı kurtarmaya soyunan bu girişimi, kapitalizmin (kendi dinamiklerine) yenilişini yeni bir zafere dönüştürme faaliyeti olarak okumak mümkün.
Kapma Aygıtı
1970'lere kadar doğrudan karşıt algılanan iki kavram olan "kalkınma" ve "çevre", ekoloji ile kapitalizmin arasındaki çelişkinin temelini oluşturuyordu. Rachel Carson'un "Sensiz Bahar" kitabında dillendirdiği "ya kar tanrılarına başkaldıracağız, ya da kontrolden çıkan ekolojik ve toplumsal kriz gibi sonuçlarıyla yüzleşmeye hazırlanacağız" fikri, 70'ler boyunca güçlendi. Çernobil benzeri felaketlerin geriliminden de beslenen gezegen duyarlığı, teknoloji ve sanayinin radikal sorgulamasına girişti. Akademik çevre tartışmalarındaki temel fay hattı, sınırsız büyümenin imkansızlığı, kalkınmanın ekolojik sınırları ya da "ekonomik kalkınmaya karşı çevre" oldu.
Ve 70'lerde kuzey hükümetleri WWF, IUCN, Sierra Club gibi çevreci gruplarla "bilimsel" işbirliğini arttırmaya gittiler. Hedef sadece sanayi toplumunu karşısına alan çevre hareketini aşağılamak değil, uzlaşmaz kavramlar halini almış "kalkınma" ile "çevre"yi aynı cümle içinde kullanmaktı. Uluslararası kurumlar arasında bunu ilk yapan Dünya Bankası oldu. 1972 Stockholm Konferansı ile resmiyet kazanan bu flörte (BM Çevre Programı UNEP bu toplantı ile kurulur), 1987'de Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (WCED) Raporu ile nikah kıyılır. "Sürdürülebilir Kalkınma" isimli ogzimoron bebeğin doğumuna sebep olan bu evliliği kutsayan tüm STK'lar ihya edilecek, UNEP ve benzeri mekanizmalarla dağıtılan çil çil altın "çevre sektörü"nü inşa edecektir. Bu şekilde, sermaye birikimi rejiminin varlığını sürdürebilmek için çevrecileşmeye bağlaması, çevrecilerin sermaye etrafında birikmesi süreci olarak yaşandı.
BM kurumlarınca ehlileştirilip içselleştirilen söylemin çevre hareketlerini kabaca ikiye böldüğü söylenebilir. Statükoyla ortaklıklar kurarak "içeriden" bir şeyler yapmaya çalışan "proje çevrecileri", sadece maddi olanaklara ulaşmakla kalmadı, süreç içinde profesyonelleşti, uzmanlaştı, bilimselleşti, hatta -isimleri STK olsa da- devletleşti. Muhalif kalmayı seçmiş ikinci grup, "dışarıda" yeşil bir siyaset üretme kararıyla çevre sektörüne uzak durdukça, şikayetin ötesinde bir şey yapamaz hale geldi.
Bugün her iki grubun da yukarıda sözü edilen kalkınmacı-çevreci söylemin içine gitgide daha fazla sıkıştığını görüyoruz. Hegemonya doğrudan bu kavramlarla üretiliyor. Örneğin, eğer iklim değişimine karşı somut bir öneri olarak 600 km'nin altındaki uçuşların kaldırılmasını ileri sürecek olsanız, ciddiye alınması için önce "sektörel risk analizi" yapmalı, istihdam sorunlarını "paydaş"lara taşımalı, "yönetişim mekanizmaları"nda oluşturacağınız bir "finansal planlama" ile bunu "sürdürülebilir kalkınma dili"nde ifade edebilmelisiniz. Tam da bu devletin dilini ve sorumluluklarını devralma olgusu yüzünden, çevreci örgütler, radikal değişiklik talep edemeyecek durumda.
İklim değişimi nasıl durdurulacak?
1987 tarihli WCED raporunda bir olasılık olarak ele alınan iklim değişikliği, o zamandan beri türlü spekülasyonlara maruz kaldı. Greenpeace ve AB politikacılarının hesapladığı 2 derecenin üstünde bir ısınmanın iklim sistemini geri dönülemez bir noktaya taşıyacağı iddiası, James Hensen'ın 1 derece limiti ve niceleri... Bugün 1 derece ortalama sıcaklık artığını yaşamaya sadece bir yıl kala, 3,5 ila 6 derecelik ısınmaları anlaşılmaz bir rahatlıkla telaffuz edebiliyoruz. Yani, geri dönülmez nokta herkes için başka bir yerde; e-posta "forvart"layarak iklim duyarlığını yaratmaya çalışan Avrupa'lı çevreci için "en fazla on yılımız kaldı", müzakerelerdeki Türk bürokrat için "önce ayrıcalıklı durumumuz tanınmalı" ve Bangladeş'li çiftçi içinse geri dönülmez nokta çoktan geçmiş durumda.
Demek ki, iklim değişimini –öteki ekolojik sorunları da- hakikat kategorisinde değil, algıya göre değişen gerçeklikler olarak düşünmek gerekiyor. İklim değişimi dendiğinde, bir hidroloğun, bir veterinerin ya da sigortacının farklı öncelikleri çıkıyor. Herkesin kendine göre bir küresel ısınması olunca, göreceli siyaset devrinin çözüm önerileri de binbir çiçek açıyor. Bulutları ya da okyanusları çeşitli parçacıklarla bombalamak gibi mega teknolojik fantezilerin başı çektiği neo-liberal çözüm havuzunda tek bir şeye yer yok: rahatımız kaçmayacak, hiçbir tüketim nesnesi eksilmeyecek, tesis kapanmayacak, kalkınmamız, gelişmemiz yavaşlamayacak. En verimli buzdolaplarından mı istersiniz, hidrojenle çalışan otomobillerden mi, çevreci kredi kartlarından mı?
Sonuç olarak sermaye cephesinde en uygulanabilir (en karlı) görünen çözümler uygulamaya geçiyor. Tüketim toplumuna alternatif önerilerin bir tür "gerçeklik" değirmeninde öğütülüp yok sayıldığı ve tek istikamet olarak Kyoto Protokolü'nü gösteren bu yeşil şovun esas yıldızları, henüz sahne almakta olan "özel teşebbüs". Assolistler meydana çıkana kadar heyecanı tırmandıran akademisyenler ve çevreciler, şimdi kenara çekilip dünya nasıl kurtarılırmış görecekler. Bu müzakereler silsilesinin heyecanına, Aralık 2007'de, Endonezya'nın Bali kentinde yapılan taraflar konferansında bir kez daha şahit olduk. Ne var ki, Ocak 2008'e girerken dünyada bu müzakereler yoluyla 1 gram sera gazı dahi azaltılmış değil!
Serbest Piyasa Çevreciliği
Küreselleşen çevre problemleri sürecinde modern siyasetin iki dönemi ortaya çıkıyor: 1980'lere kadar gelen ulus-devlet, düzenleyici yönetim, yönetilen toplum devri -ki çevresel teknolojik standartlar, lisanslar ve yasal limitlerle işliyordu- ve 80'lerden sonraki yönetişim, küreselleşme, görecelik ya da pesimizm dönemi. İşte bugün bütün bu angaje çevreciler tarafından ‘yetersiz ama zorunlu istikamet' olarak kabul edilen Kyoto Protokolü, çevre siyasetinde bu dönemler arası geçişin imzası. İktidarın yeni dönemde yeniden tertiplenmesini Foucault üç eksende izliyordu, bakınız nasıl uyuyor: Kurumsal merkezileşme (FCCC), yeni ve etkin bilgi üretimi (IPCC), iktidarın çözülmesi/yayılması (bölgesel ve uluslararası sinerjiler, kamu-özel sektör ortaklıkları, vs...)
70'lerden beri süren BM'nin küresel ısınmaya müdahale sürecinin 1992'deki ünlü Rio zirvesinde, ABD, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin (UN FCCC) yasal bağlayıcılığı olmayan bir ‘çerçeve' olmasını garantiye aldı. Ancak bilim dünyası ve Avrupa'nın baskısıyla Kyoto'ya giden 5 yıllık müzakere sürecinde söylem değiştirildi: Eğer yasal bağlayıcılık olacaksa belli ‘esneklikler' olmalıydı. 1997 tarihli Kyoto Protokolü, ABD'nin AB'yi ikna etmesiyle ‘esnek yaptırım' anlaşması olarak ortaya çıktı.
Kalkınmış bir ülkedeki yatırımcının gözünde, Kyoto Protokolü'nün finans yönetimi dünyasında ne kadar makul olduğu apaçıktır. Kar nerede fazlaysa oraya uçan, zarar nerede azsa oraya kaçacaktır. Örneğin yüzde 7'lik emisyon azaltmasını kuzeydeki tesisinizin verimliliğini arttırarak yapacağınıza, sözgelimi Hindistan'da yeni bir yatırımla yerine getirmiş oluyorsanız, daha ne istersiniz? Teşvik! Çevresel maliyetlerin içselleştirilmesi süreci, deltaları, ırmakları, ormanları vs. ile bütün çevrenin fiyatlandırılması sürecidir. Kapitalizmin doğayı koruma yolu, onu ölçüp biçmek, işlevine ve piyasaya göre fiyatlandırmak ve ‘yok olmayacak şekilde' sürmesini, en verimli haliyle ‘çalışmasını' sağlamaktır. Mesela ormanın işlevi nedir? Karbondioksiti oksijene çevirmek. Öyleyse en çok oksijen üreten orman en değerlisidir! Ekosistemin bütünlüğünü yarım yamalak anlayan kar hırsının onu ‘optimize etme', ‘yönetme' çabası yeni bir şey değil, yeni olan bulduğu kar zemini.
Kyoto'yu bir çevre sözleşmesinin ötesinde, küreselleşme yoluyla bir dönemeç olarak kurgulayan ABD'nin Ortadoğu'ya girmesi şeklindeki manevra, dünyada infialle karşılandı. Öyle ki Amerikan düşmanları, süreç içinde Kyoto Protokolü'nün en ateşli savunucuları haline geldi. Böylece yetersiz ve eşitsiz de olsa tek istikamet oldu. Ona dil uzatan her söylem komploculukla suçlandı. Kyoto Protokolü'nün neo-liberal referanslarını, ekonomik küreselleşmenin tek yönlü modelindeki yerini ve özellikle de ‘serbest piyasa çevreciliğini' tartışmaya açanlar, petrol lobisi ile aynı kefeye kondu.
Tartışılmaya çalışılan Kyoto Protokolü'nün etkisizliğinin ötesinde, nasıl bir dünya tasavvur ettiği, nasıl bir politik/ etik/ sosyolojik çerçeve ile birlikte işlediğidir. Sürdürülebilir kalkınma ile amaçlanan, temas edilen o sınırları bilimsel yöntemlerle tayin etmek, tüketici ve arz üretme sistemini o sınırlar içinde en verimli şekilde işletmek ve bunu bir demokrasi / yönetişim tiyatrosu olarak sürekli yeniden sahnelemektir; her deltada, her ormanda, her boru hattında...
Mehmet Ali Üzelgün tarafından kaleme alınmış bu metin, Express'in 80 no'lu Ocak-Şubat sayısından alıntılanmıştır.