"En büyük problem, bugün artık sürdürülebilirlik meselesini ağzımıza sakız gibi dolamamız."
Sizce sürdürülebilir mimarlık kavramı neden ortaya atıldı ve neden bu denli önem kazanmış durumda?
Aslında sürdürülebilirlik düşüncesini belirli bir süreklilik içinde incelemek gerekir. Konunun bu terminolojiyle gündeme gelmese bile, çevreci bir bakış açısı olarak 70'lere dayandığı söylenebilir. Bu yıllarda enerji krizinin ortaya çıktığını ve sonrasında çevre sorunlarının gündeme geldiğini görüyoruz. Ancak 1970'ler tabii ki bu konuyu konuşmak için çok geç; bu yalnızca çevre krizinin görünür olduğu yıllar. Çevresel tahribatın bir tarihçesi yapılacak olursa rahatlıkla 15., 16.yy'a kadar dayandırılabilir. Ama tabii sanayileşme ve etkileri, buna paralel olarak teknolojik ilerleme, nüfus artışı, tüketim alışkanlıklarındaki değişimlerle çevre sorunları görünür oluyor. Bu gelişmelerin tasarım alanına yansıması ise şöyle gerçekleşiyor: 1970'lerde öncelikle enerji hareketiyle birlikte kar amaçlı tasarım anlayışı, daha sonra 80'lerde insan için tasarım ve post endüstriyel tasarım gündeme geliyor, 90'larda ise bir ‘yeşil' kavramı ortaya atılıyor, sonra ise ekoloji gündeme geliyor, ama bugünkü anlamıyla sürdürülebilirlik kavramıyla karşılaşmamız 1987'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'yla oluyor.
Terminolojilerin farklılıklar taşımakla birlikte aynı sürecin ürünü olduğu söylenebilir. Bu farklılıklar da günün politik yapısıyla ilişkili olarak oluşuyor. Mesela yeşil kavramının gündeme gelmesi, İngiltere'de Thatcher dönemi politikaları ile birlikte gerçekleşiyor. Hatta kimi yazarlar işi, ilk çevreci, yeşil partinin Ulusal Sosyalist Parti olduğunu iddia edecek kadar ileri götürüyorlar. Dolayısıyla politika ile çevresel terminolojilerin çok sıkı ilişkili olduğu hatırlanmalı. Sürdürülebilirlik kavramı da böyle gözüküyor, bütünüyle güncel politika ile alakalı olarak böyle bir kavram ortaya atılıyor. Sürdürülebilir kalkınma gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılamasını tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılayan gelişim olarak gündeme taşınıyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda hedef olarak ortaya konması, bütün dünyaya yayılmasına neden oluyor ve aslında, daha önce hiçbir terminolojinin başaramadığı kadar büyük bir etki yaratıyor. Yeşil kavramında da, ekolojide de mutlaka böyle bir yaygın etki var; ama hiç birisi sürdürülebilirlik kadar popüler olmuyor. Bu noktada ben bu durumun biraz da işin ucunun kalkınma meselesine dayandırılmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü sürdürülebilirlik kavramı, sürdürülebilir kalkınmadan doğdu. Bu da herkesin işine gelen bir şey, çünkü bence sürdürülebilir kalkınmanın iddiası şu: "Hiçbir zaman kalkınmanın önünü kesmeyeceğiz, süreç aynı şekilde devam edecek. Ama bunun önüne bir sürdürülebilirlik eki takacağız, dolayısıyla her şey çok etik, çok ahlaklı, çevreci ve iyi niyetli olacak!" Ben hiçbir zaman telaffuz edilmeyen ancak satır aralarında okunabilen bu bakış açısının, kavramın bu denli yaygın kabul görmesinin nedeni olduğuna inanıyorum.
Peki sizce bu olumlu bir durum mu?
Bence olumlu tarafları var. Çünkü sürdürülebilirlik artık ‘şemsiye' bir kavram haline geliyor; yani farklı görüşlere sahip pek çok insanı bir tartışma başlığı için bir araya getirme potansiyelini taşıyor. Ama öte yandan da bir sürü olumsuz tarafı var. Öncelikle içeriği asla doldurulmuyor. Bir kere kalkınma kavramına dayalı bir sürdürülebilirlik tartışması son derece kısır kalıyor. Sürdürülebilir kavramının yalnızca sözcük anlamına baktığımızda bile, kalkınmanın sürekliliğini, kesintisizliğini işaret ettiğini görüyoruz. Buna böyle bakanlar da ne yazık ki çoğunlukta. Tabii asıl hedefi bu değil, çevreci bir kalkınma arayışı söz konusu. Ama durum nerden baktığınıza göre değişiyor; kim hangi taraftan bakıyor? Demin belirttiğim ‘herkesi buluşturma' durumu ise bir uzlaşma ortamı sağlamayı hedefliyor. Bugün, kalite, demokrasi gibi dilimizden düşürmediğimiz bir diğer kavram da uzlaşma. Ama bu nasıl olacak? Farklı görüşleri, arkaplanları, çıkarları, endişeleri olan insanlar bir araya geldiğinde ‘uzlaştıkları' konu gerçekte ne kadar çevrenin yararına olabilecek? Burada politikacı da var, üretici de, sadece kar amacı güden bir şirket de var. Bunların bir araya gelip de uzlaştıkları bir yöntem, bir doğrultu, bize nasıl bir yol haritası çizer? Öte yandan gerçekten uzlaşabilirler mi, ya da uzlaşmış gibi mi görünürler? Bunların ciddi tartışma eksenleri olduğunu düşünüyorum. En büyük problem de, bugün artık sürdürülebilirlik meselesini ağzımıza sakız gibi dolamamız. Sadece mimarlık, sadece çevre değil, her şeyin sürdürülebilirliği söz konusu ve her türlü kelimenin başına eklenerek, onların müthiş ahlaklı, dokunulmaz ve iyi niyetli hale getirilebileceği düşünülüyor. Haliyle bu tehlikeli bir şey. Hele ki kavramın ortaya atılışında bir eksiklik varken, bir de bunu sürekli her önünüze gelen şeye etiketlediğinizde, işte o zaman kavramın içini boşaltmaya başlıyoruz. O zaman ‘neyi' tartışacağız, ‘ne zaman' tartışacağız, ‘kiminle' tartışacağız, bütün bunlar bulanıklaşıyor.
Aslında şunu sormak istiyorum: Bu sözünü ettiğimiz ‘her şeyi kapsama' durumu, kavramın evrensel bir inşaat haline getirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Sizce bu, her türlü meslek mecrasında bir bütünleştirme hayalini ayakta ve canlı tuttuğu için, oldukça tehlikeli değil mi?
Bence de sakıncalı. Sadece mimarlık alanından bakarsak bile, ki başka alanlardan bakmaya kalktığımızda iyice işin içinden çıkılmaz hale geliyor, şöyle bir örnek verilebilir: literatüre baktığınızda sürdürülebilir mimarlık, ekolojik ev, yeşil tasarım inanılmaz şekilde gündemi domine ediyor. Mimarlık tarihçisi değilim o nedenle çok da iddialı konuşmak istemem ancak bence hiçbir konuya daha önce böylesine bir ilgi gösterilmemişti. Artık araştırma yaparken, bu meseleye değinmeyen, ona referans vermeyen bir metin neredeyse hiç görmüyorsunuz. Veya dergileri açıyorsunuz karşınıza yüzlerce proje çıkıyor ve çevreci olmayan bir yapı neredeyse hiç yok! Ancak bunların ne kadarı gerçekten sürdürülebilir, işte bu hiç tartışılmıyor. Örneğin James Steele'in yayınladığı ‘Ecological Architecture' isimli bir kitap var. Ona baktığımda Hassan Fathy'yi de gördüm -ki onun yerel teknikler ve malzemeler üzerinden şekillenen tavrını biliyoruz-, Tadao Ando'yu da, Peter Eisenman'ın tasarımlarını da... Bunların hepsi ekolojik mimarlık adı altında buluşabiliyorsa, her şey bu çerçevenin içinde değerlendirilebilir. Bunda bir sorun da yok aslında çünkü kavramı ne kadar muğlaklaştırırsanız o kadar kapsayıcı olur. Oysa Eisenman'ın sürdürülebilirlikle ne ilgisi var? Aslında hiçbir ilgisi olmadığını kendisi de açık açık söylüyor: "Sürdürülebilirlik hakkında konuşmak benim için çocuk doğurmak gibi bir şey. Karşısında mıyım? Hayır. Ancak zamanımı buna harcamak ister miyim? Hayır. Beyzbol maçına gitmeyi tercih ederim." diyor.
Bu biraz daha dürüst bir yaklaşım. Ama bir başkası dışarıdan baktığında onu bu tartışmanın içine alınabilir görüyor. Ayrıca mantıklı da çünkü Eisenman'ın Galicia'daki kültür merkezi projesi ‘çevreyi sayısallaştırmak' başlığı altında incelenmiş ve kendi bağlamı içinde anlamlı duruyor. Ama o zaman bu bakış açısıyla Frank Gehry'nin Bilbao'daki Guggenheim Müzesi de sürdürülebilir mimarlık örneği olarak lanse edilebilir. Çünkü bu yapının eski bir sanayi kenti olan Bilbao'nun sürdürülebilir kalkınmasına hizmet ettiği rahatlıkla söylenebilir. Denilebilir ki, "Evet, titanyum kullandık, ve evet, çok fazla enerji harcadık. Hatta yansıma yüzünden çevredeki binalardan şikayetler geliyor; ama artık buraya turistler geliyorlar ve dolayısıyla bir kalkınma, üstelik sürdürülebilir bir kalkınma söz konusu." Bu da bu bağlam içinde anlamlı! Ama böyle devam ederseniz, bu kontekstin dışında kalan bir yapı yok zaten! Dışında kalmayı bırakın, zaten konvansiyonel olarak yaptığımız her şey bu çerçevenin içinde. Demek ki hiç bir şeyi değiştirmek durumunda değiliz, aynı şekilde tasarım pratiğimize devam edebiliriz.
Ama işte böyle bakılmıyor ve sürekli olarak tarih yassıltılıyor, öyle değil mi?
Evet, tabii ki bu bizim bakış açımız. Ama insanlar artık her şeyin daha çevreci olduğunu, biz bunları yaptıkça dünyanın değişeceğini söylüyorlar. Maalesef hayır, böyle devam edersek hiç bir şeyin değişeceği yok!
"Sürdürülebilirlik tartışmasında ‘her şey aynı kalsın, değişmesin, yalnızca değişmiş gibi gözüksün' deniyor; oysa bir şeyleri gerçekten nasıl değiştirebiliriz sorusu çok daha önemli"
Sürdürülebilirliğe ilişkin tüm bu örneklerde veya kavramlarda, sanki doğrusal bir tarih çizgisi varmış da, her şey birbirine eklemlenerek bir tür zincir halinde gelişiyormuş şeklinde bir algılayış gözlemliyor musunuz? Örneğin, "Hassan Fethi kendi döneminde elindeki imkanlarla bunları yapmıştı ve şimdi biz, teknolojinin nimetlerini kullanarak ekolojiye daha da çok hizmet edeceğiz" şeklinde bir söylem gözünüze çarpıyor mu?
Açıkçası bu konu üzerine çok düşünmedim. Ama belki de doğrusal olmaktansa, tüm alternatiflerin doğru olduğunu düşünmek ve tüm bu çeşitliliğin doğru bir aks olduğu şeklinde bir kavrayıştan söz edebiliriz. Mesela MIT'den mimarlık tarihçisi bir profesör, Mark Jarzombek "artık tarih kitaplarında sadece sorumlulukla tasarlanan yapılardan, doğal çevre üzerinde olumlu etki yaptığı kanıtlanmış olanlardan mı söz etmeliyiz?" diyor. Çünkü o boyutlara geldi ki, neredeyse sürdürülebilirlik çerçevesinin dışında kalan her şey değersiz... Bu nedenle de bu çerçeve dışında neredeyse hiçbirşey yok... Hatta müfredat da buna göre değişiyor. Henüz Türkiye için bunu söylemek zor olsa da, artık stüdyolara bu kavram yavaş yavaş sızmaya ve sürdürülebilir tasarım atölyeleri artmaya başladı. Bu tabi ki çok olumlu bir şey; ama bu, içinin ne kadar doldurulduğuna bağlı. Bir de tabi ki çevreciliği ilkel toplumlardan ders çıkarmak söylemlerine varan derecede geçmişe referansla tanımlamanın olaya belirli bir meşruiyet zemini kattığı düşünülüyor. Senin söylediğin belki buna bağlanıyor. Ve bu da doğal olarak oldukça tartışmalı bir konu.
Stüdyolarda da sürdürülebilirliğin gittikçe tasarımlara nüfuz ettiğini söylediniz. Öğretim görevlileri ve öğrenciler tarafından bu kavramlar nasıl karşılanıyor?
Aslında dünyadakine paralel oluyor. Açıkçası herkes hevesle bu meselenin araştırmasına giriyor. Akademik çalışmalar arasında sürdürülebilirlik teması son derece yoğunlaştı; kendimi de bu güruhun içinde konumlandırabilirim. Sürdürülebilirlik üzerine çalışan çok sayıda insan olsa da, ne kadarı ‘ana akım sürdürülebilirlik' çerçevesinden bakıyor veya ne kadarı eleştiriyor, alternatifleri arıyor, tartışmaya açıyor noktasında bir soru işareti var. Bunun küresel bir politikanın parçası olduğu, ya da siyasetle çok yakın ilişki içinde olduğu; bir kısmının bilimsel verilere dayandığı veya spekülasyonlarla önem kazandığı pek dile getirilmiyor; en azından ben buna tanıklık etmedim. Dolayısıyla bu konuda bir eleştiri geleneği, tartışma alışkanlığının çok az olduğunu söyleyebilirim.
Bir yandan ekolojiye büyük bir açlıkla yaklaşan, uluslararası arenada ün kazanmış çok sayıda mimar olduğunu biliyoruz. Her işi meşru kılmak için ekolojiden çok efektif bir biçimde faydalanıyorlar. Ama bunun tam tersini yapan, ekolojik tartışma içinde o ‘blase' duruşla bir tür direnç gösteren bir mimar biliyor musunuz?
Ben belki çok farklı bir yönden baktığım için, söyleyeceğim mimarlar ekoloji tartışmasında hiç yer almamış insanlar olabilir. Mesela ben mevcut bir yapının yeniden kullanımını daha çok önemsiyorum. Bence bu, diğerlerinden çok daha ekolojik bir duruş. Meinhard von Gerkan İstanbul'daki konferansında sürdürülebilirlikten bahsetti. Çin'deki yapılarda daha önce güneş kırıcılar kullanılmadığını ve pek çok yapısında bu şekilde güneş kontrolüyle enerji tasarrufu sağladığını söyledi. Doğru olabilir ve önemlidir de ancak büronuzun sürdürülebilirlik yaklaşımı bu mudur? Bence olmamalı! Bunun karşısında mevcut bir yapıyı yeniden kullanmayı öneren bir yaklaşım bence çok daha ekolojik. Ya da "yer"den yola çıkan... Ama burada şu veya bu mimardan bahsedemiyoruz, çünkü bir mimar bir işinde bu alternatif pozisyona sahipken, bir başka işinde bambaşka dertlerin peşine düşebiliyor. Bu çok da zor bir şey aslında çünkü mimar da para kazanmak durumunda... Bütün duruşuyla direnç gösteren birisi var mı diye soracak olursanız, vardır mutlaka, ancak çok öne çıkmadığı için tanıyamıyoruz, bilemiyoruz henüz. Ancak şöyle bir örnek verebilirim. Coop Himmelblau'nun, Havana için ürettiği bir proje var: Bembeyaz bir sayfa. Nedeni de şu: Kentin yok olmak üzere olduğunu düşünüyorlar ve yıkıma ortak olmak istemiyorlar. Son derece ciddi ekonomi, sağlık sorunları var ve burada konvansiyonel kent planlama kurallarının çalışmadığını söylüyorlar. Burası için mimari bir çözüm önermek, belki de buraya en faydalı olacak şey değil diye düşünüyorlar. "Biz mimarlar olarak bu noktada bir şey üretemiyoruz." diyorlar. Mesela bence bu, ekoloji tartışmasının içine girebilir. Ne var ki Coop Himmelblau'nun da yaptığı diğer işlere bakınca bunun devamını göremiyoruz.
Ama bu çok daha farklı bir şey değil mi? Çok tekil vuruşlarla bir kavrama değmek ama her noktada bunu tekrar etmek derdine girmemek...
Belki de... Tabii alternatif teknolojileri kullanarak hayatını idame ettiren mimarlar da var. Saman evler, kerpiç evler yapanlar da... İşin bu tarafını sorgulayan bir damar da var. Saman ev yapmaya kendini adamış birini desteklerim ama bu çok yaygınlaşabilecek bir şey değil. Aslında bu tür alternatiflerin çoğalması lazım ve meselenin de en zor tarafı bu. Bir tarafta saman ev varsa, diğer tarafta 50 katlı, ekolojik olduğunu iddia eden gökdelen var. Bu, ciddi bir spektrum. Bunun içinde hangisinin gerçekten dürüst olduğunu belirlemek çok zor. Ekolojik gökdelen dediğimiz şey, başlı başına çelişkili bir kavram. Yüksek yapılar, bugün artık kent içinde bir simge olsun diye üretiliyorlar. Eskiden yüksek yapılar belki birlikte çalışma gereksinimi, kent merkezlerinin değer kazanması, zemini, doğayı insanlara bırakmak gibi sebeplerle yapılıyordu. Ama bugün yükseklik yarışı simgesel bir anlam kazandı. Dolayısıyla gücün, iktidarın ve paranın göstergesi. Siz böyle bir şeyi ekolojik tartışmanın içine nasıl yerleştirirsiniz? Çünkü ekolojik yaşam dediğimiz şey, aslında alternatif bir hayat öneriyor, yaşam alışkanlıklarının değişimini öngörüyor. Buradan da yine aynı sürdürülebilirlik tartışmasına geliyoruz: Her şey aynı kalsın, değişmesin, yalnızca değişmiş gibi gözüksün. Oysa bir şeyleri gerçekten nasıl değiştirebiliriz sorusu çok önemli olmakla birlikte aslında mimarlığın da dışında bir tartışma açıyor.
"Çevreci olmak' şeklinde yeni bir imaj yaratılıyor."
Peki şunu da söylemek mümkün mü: Nasıl gökdelen zamanla bir prestij sembolü haline geldiyse, yapının ekolojik oluşu da, hem o yapı, hem mimarı, hem de kent için özel bir statü sembolüne dönüştü mü? Ya da ‘sürdürülebilirlik satar' mı?
Bu, tamamen bir etiket meselesi. Bazı insanlar ekolojiye gerçekten de bir sosyal sorumluluk projesi, doğayı koruyan, etik ve insani bir yaklaşım olarak bakıyorlar. Diğer taraftan da kimileri konuyu bir marka haline getiriyor, hatta insanlar artık bunu söylemekten çekinmiyorlar. Öyle ki, ekolojik ürünlerin tasarımını, ekolojik içerikli reklamları düşündüğümüzde, resmen "Bakın, bu sizin markanız olsun" deniliyor. ‘Çevreci olmak' şeklinde yeni bir imaj yaratılıyor. Bu son derece tehlikeli bir durum, çünkü böylesi bir reklam kavramın içini boşaltır, ki öyle de oluyor. Marketlere gidin, organik ürün standları görürsünüz. Pazarda bütün çarpık çurpuk elmaların üzerinde ‘organik' yazısı var. Ama gerçekten organik mi? Bütün bunlar günümüzde, işimize geldiği kadarıyla kullanılıyor; işimize gelemeyen yerde kestirme sonuçlara varıyoruz.
Peki riyakarlığın şu noktada da geçerli olduğu söylenebilir mi? Nasıl ekolojik elmalar normal elmalardan daha pahalıya satılıyorsa, ekolojik bir bina da çok daha fazla sükse yapıyor; daha pahalıya satılıyor...
Dediğin şu noktada çok doğru, eğer ciddi bir teknoloji içeriyorsa çoğunlukla daha pahalı oluyorlar. Ama daha pahalı olmasından çok, bir yapıyı yapmak için ne kadar enerji harcadığımız, ne kadar atık ürettiğiniz, havayı ne kadar kirlettiğimiz ve sonrasında onu kullanmak için ne kadar enerji harcadığımız önemli. Çünkü aslında alınan önlemlerin çoğu, binanın kullanım enerjisini düşürmek üzere. Fakat biz bu binayı inşa ederken ne kadar enerji harcıyoruz, atık üretiyoruz sorusu, çok da fazla üzerinde durulmayan bir soru. Burada şu konu gündeme geliyor: Belki doğal malzeme kullanıyorsunuz, fakat o doğal malzeme nerden geliyor? Bir araştırmaya göre bir yapının kullanım enerjisi ile üretim enerjisi karşılaştırıldığında –ki burada malzemelerin kaynaktan alınması, işlenmesi ve taşınması da devreye giriyor- 30 yıllık kullanım enerjisine eşit bir yapım enerjisi hesaplanmış. Siz ne denli tasarruflu bir bina yaparsanız yapın, tasarruf ettiğiniz miktar yapımla karşılaştırıldığında önemli bir etki yaratmıyor. Aslında önemli olan, sadece yapım veya kullanım da değil, kullanım sonrasında ne olacağını düşünmek. Konuya bu şekilde bütünsel bakmak önemli.
Peki, sürdürülebilirlik adına yapılan kimi uygulamalarda –ekolojik orman kasabası, sürdürülebilir uzay terminali, ekolojik gökdelenin gelişmiş versiyonları sayılabilir- işlev ile tutumun yarattığı çelişkiye ne diyorsunuz? Belki de genelgeçer tavrı David Height yansıtmıştı: Hiç yapmasak daha mı iyi?
(gülüyor) Hiç yapmamak daha iyi bence. Bu konuda Arup son derece önemli işlere imza atıyor ve haklarını teslim etmek gerekiyor. Fakat iş artık şuna dönüştü: Mimarlar bir takım şeyler tasarlıyorlar; çevreye duyarlı yaklaşımları olan bir takım mühendislik firmaları ya da danışmanlar, o yapının daha çevreci olması için önlemler alıyorlar. Bu şekilde ele alındığında, doğal değerleri olan bir adanın ortasına bir şehir yapmanın ne kadar çevreci bir yaklaşım olduğunu sorgulamak çok anlamlı. Ama dönüp de, "Buraya bu yapı yapılmalı mı?" sorusunu kimse sormuyor. Yapmak zorunda mıyız? Bazı mimarlar bu soruyu sormaktan öylesine muzdarip ki, kendilerini mimarlığın dışına itiyorlar, bunun bir parçası olmak istemiyorlar. Tüm bu sistemin içinde sorgulanması gereken şeyler var ve bence en başta konvansiyonel yapı inşa etme pratiğimizi sorgulayabiliriz.
Sizce sürdürülebilirlik tartışmalarında toplumsallık ve kullanıcı katılımı ne denli pay sahibi?
Bu soru aslında çok önemli, çünkü öyle ekolojik yapılar var ki, kullanıcı bunun içerisinde yer alıp bu sürece dahil olmazsa, olumsuz sonuçlar doğabiliyor. Örneğin kimi yapılarda perdeleri açıp kapatmanız bile güneşin geliş yönüne bağlı, çünkü güneş mekanı ısıtıyor ve siz o ısıdan gece yararlanıyorsunuz. Perdeleri çok fazla ışık geliyor diyerek kapatırsanız, bu sefer gece üşüyorsunuz. Tüm bunlar kullanıcının ciddi bir katılımını da gerektiriyor. Ama burada da aslında ikili bir tartışma var. Birey, bu işin içinde ne kadar etkili? Böyle yapılarda, evet, bireyin kontrolü söz konusu. İşe ‘dünyayı kurtarmak' olarak baktığımızda da bireyin ciddi bir rolü var gibi gözüküyor. Toplu taşımayı özendirmek, suyu daha verimli kullanmak gibi eylemlerin tümü, birey odaklı olarak gelişiyor.
Derslere girerken verdiğim bir örnek var. Her sene ekoloji dersine girerken, her nedense, elimde kağıt bir bardak oluyor. Bu özellikle değil, tamamen doğal olarak yaptığım bir şey. Ve ben, bir kere kullanacağım ve sonra atacağım, tamamen tüketim odaklı kağıt bir bardakla ekoloji dersi anlatıyorum. Burada bireyin rolünü ve çelişkilerini görebiliyoruz.
Fakat günümüz neo-liberal politikalarının eseri olarak büyük şirketlerin neden olduğu çevre kirliliğinde, tüm bunların küresel bir politikanın ürünü olmasında bireyin ne kadar payı var?
Bence asıl önemli olan konu da bu. Çünkü diğeri topu bireye atarak işin içinden sıyrılma çabası... Şirketlerin kendi yarattıkları çevre zararlarını bireye yüklemek istemeleri çok ciddi bir sorun. Örneğin dünyadaki 122 çokuluslu şirket karbondioksit emisyonlarının %80'inden sorumludur. Petrol üreten dört büyük şirket ise tüm emisyonun %10'undan sorumludur. Bu sanırım işin boyutunu ortaya koyuyor; duştan erken çıkmamızın ne kadar bir etkisi olduğunu gözler önüne seriyor. Öte yandan Kyoto protokolü ise neredeyse sera gazı emisyonunun alınıp satılabilir bir şey olmasını öneriyor: Bir takım ülkelerin kotaları olacak, bazı ülkeler bu kotaları aştıkları zaman diğer ülkelerden kota satın alabilecekler. Burada doğal olarak bazı ülkeler gelişmişler, diğerleri ise ötekileştirilmiş olanlar... Bunun çevre ile ne kadar ilişkisi olabilir? Bu yeni bir sömürgecilik değil mi?
"Bu noktada mimarlar, yeniden dünyayı kurtarma görevine soyunabilirlerse, mesleki meşruiyetlerini kazanabileceklerine inanıyorlar."
Mimarlıkta dijital çağın açılması, pek çok mimarlık tarihçisi tarafından, düşülen kavramsal bir boşluğa getirilen yeni bir temsiliyetçi cevap olarak görülmüştü. Sürdürülebilir mimarlık da, yine böyle bir boşluğun ve ihtiyacın cevabı olarak değerlendirilebilir mi?
Ben bunu, aynen böyle görüyorum. Bunun gerçekten böyle olup olmadığını belki mimarlık tarihçileri çok daha derinlikli bir araştırmayla görebilirler. Ama bugüne kadar yaptığım araştırmalarda, böylesi bir boşluğun yerini ‘toplumsal sorumluluk' ile doldurma çabası gözüme çarptı. Geçmişte mimarlar ve mühendisler sosyal sorumluluk altında bir takım projeler yapıyorlardı; bugün mesleki statüyü yeniden kurmak için sürdürülebilirliğin değerlendirilebileceği düşünülüyor. Çünkü aslında mimarlık, hem dünyada hem de ülkemizde, toplumdaki yerini, önemini giderek kaybediyor. O halde nasıl önem kazanabilir? Bu noktada örneğin Amerikan Mimarlar Enstitüsü eski başkanı diyor ki "meslek olarak bir zamanlar sahip olunan prestiji yeniden kazanmak için planlama, yapma ve koruma yöntemleriyle değişimin açık sözlü savunucusu olma fırsatını yakalamak gerekir" Bir başka deyişle "Mimarlar yeniden dünyayı kurtarma görevine soyunabilirlerse, mesleki meşruiyetimizi de yeniden kazanabiliriz". Bu belki de çok bilinçli bir biçimde yapılmadı, ama yeniden mesleki bir meşruiyet kazanma aracı olarak sürdürülebilirlik meselesi, daha doğrusu çevreci yaklaşımlar gündeme getirildi diye düşünüyorum. Peki bu kötü mü oldu diye sorarsanız, bence hayır, iyi oldu. Ama işi bulanıklaştırmak, muğlaklaştırmak ve asıl amacından uzaklaştırmak gerekmezdi ve bu tarafı eleştirilmeli. Gerçekten bu işin peşinden koşacak, alternatifler arayacak aktörlere ihtiyaç var.
Sürdürülebilir mimarlığa yaklaşımımızın nasıl şekillenmesi ve hangi motivasyonlar üzerine kurulu olması gerektiğine inanıyorsunuz?
Sürdürülebilirlikte, ana akım düşüncelerin peşinden gitmek yerine, bu konuda alternatif güzergahlar neler olabilir diye düşünülebilir. Çünkü ekoloji alternatif bir yaşam, alternatif bir bakış öneriyor, önermeli. Onları arayanlar çoğaldıkça meselenin başka dinamikleri gün yüzüne çıkacak. Bu da tek başına mimarlığın, mimarların yapabileceği bir şey değil elbet. Neo-liberal politikalar hayatımızın her noktasını yönetiyorlar. Bu sistemin içinde neler yapılabilir diye düşündüğünüzde, elinizde olanların çok sınırlı olduğunu görüyoruz. Mesela sistemle son derece iyi çalışan, sistemi asla aksatmayacak eylemlerde bulunan bir takım çevreci örgütler var. Biz de mimarlar olarak sistemi aksatmayacak, onu bozmayacak kadar ekolojik ya da sürdürülebilir tutumlar mı sergileyeceğiz? Öyleyse, şu ana kadar yapılanlar sürdürülmeli. Ama bunun dışına çıkacak şeyler arayacak mıyız? Bence aramalıyız.
Peki bu söyledikleriniz için, özellikle Kıta Avrupası ve Amerika'da çoktan yürürlüğe girmiş sertifikalandırma süreçleri ve yapı uygulama kriterleri nasıl bir yer alıyor?
Bu da son derece zor bir konu, çünkü ben, kişisel olarak, bu işin kurallar, yasaklar konularak yönetilmesi yaklaşımını desteklemiyorum. Ama dönüp de baktığımda, bir yandan da bu konuları oldukça gündemden kopuk bir şekilde tartıştığımızı görüyorum. Şu an ülkemizde orman arazileri, su havzaları yapılaşmaya açılıyorsa bu ortamda kuralsızlığı savunmak, çevre meselelerinin mimarın kendi inisiyatifiyle çözmesi gereken bir sorun olduğunu önermek, her durum özelinde farklı bir yaklaşımın gerekliliğini dile getirmek hayalci bir yaklaşım olarak kalıyor. Ancak yine de bence kuralların konulduğu ve standart bir değere indirgendiği bir ortamda alternatiflerin yeri yoktur. Orada yine bir ana akım olmak zorundadır. Alternatifler üretmek, kuralların ötesinde düşünmeyi gerektirir. Ben kuralların bir motivasyon yaratabileceğine inanıyorum ama çözüm olduğuna inanmıyorum. Yasaklar koyarak, toplumun önüne sınırlar çizerek bir yere gidemezsiniz.
Mimarlık anlamında verilen örneklerin her birinin özel ve düşünülmüş bir tasarım sürecine tekabül ettiği söylenemez. Bu elbette yalnızca Türkiye değil, dünyanın pek çok yeri için böyle. Hızlı yerleşme ihtiyacı adına çabucak projeler üretilebiliyor. Bütün toplu konut üretimi bunun üzerine inşa ediliyor. Bu tarz kontrol mekanizmaları, bu gibi ‘niteliksiz' yapılaşmanın denetlenmesi, ‘sağlıklılaştırılması' anlamında bir artı sağlayabilir mi?
Elbette, bu söylediğin çok doğru. Biz tekil yapı ölçeğinde baktığımızda gözden kaçırabiliyoruz, fakat örneğin su havzalarına yapılan yerleşmeler var. Bunları hiç tartışmıyoruz bile. Ben bunları gündeme bile getirmek istemiyorum, çünkü ‘olamaz' diye düşünüyorum. Ama işte oluyor! Ülkemizde sürekli bir şaşırma durumu içindeyiz. Bazı şeylerin yapılamayacağı o kadar açık ki, bunu kimseye anlatmaya mecaliniz olmuyor. Söylediğin, işte bu gibi konularda çok yaşamsal. Büyük yerleşmelerde, toplu konutlarda çevre etki değerlendirme mekanizmaları oldukça gerekli; bununla birlikte gerçekleştirilmesi çok da zor. Çünkü artık politika, adeta her şeyi satıp kar etmek üzerine kurulu. Kamu yararı, doğanın ve çevrenin korunması, gelecek nesillere kaynak aktarımından söz edilmiyor. Bugün ülkemizde bir kar elde etmek ve o karı ne şekilde olursa olsun kullanmak, en temel hedef haline geldi.