"‘Karbon Uygarlığı'nın yerine koyacağımız ‘Yenilenebilir/Sürdürülebilir Uygarlığı', sanayisiyle, ulaşımıyla, üretimi ve tüketimiyle geliştirmekten başka bir seçeneğimiz yok."
'İklim değişikliği', 'ekoloji' nasıl oldu da marjinal bir kavrayış, bir olasılık olmaktan çıkarak küresel bir kriz başlığı haline geldi?
Özellikle 2000'li yıllara kadar, iklim değişikliğinin ya da iklimsel değişikliklere bağlı olarak süresi, şiddeti ve yapısı değişen hava olaylarının ve afetlerin, sadece kutup ayıları ya da Bangladeş veya Tuvalu gibi "modern dünya"dan çok uzakta bölgeler için geçerli olabileceği gibi bir yanılsama ya da vurdumduymazlık hakimdi. Ancak 2003 yılında Avrupa'da bir haftada 35,000 kişinin aşırı sıcaklardan yaşamını kaybetmesi ya da 2005 yılında Katrina Kasırgası karşısında dünyanın en güçlü ekonomisinin bile çaresiz kalması, tehdidin hem boyutlarının daha iyi kavranmasına yol açtı hem de bu yaşanabileceklerin zaman ya da mekan farkı gözetmeksizin, "bir gece ansızın" herkesin "kapısını çalabileceği" daha net algılanmaya başlandı.
Bu krizin ana bileşenleri nelerdir? Sürdürülebilirliğin doğal kaynaklar ekseninde tartışılması, sizce ne kadar yeterli bir çerçeve?
Şunu açık yüreklilikle ve içtenlikle itiraf etmeliyiz ki, "Sanayi Devrimi" ile başlayan süreçle, aslında bir "Karbon Uygarlığı" yaratıldı. Son 125 yılda 1 trilyon varil petrol yerin kilometrelerce altından yüzeye çıkarıldı, ve otomobillerde yakıldı. Kömür sadece ulaşım değil, ısınma ve sanayide de kullanılması nedeniyle bu yolculuğa daha önce başladı. 1980'li yıllardan itibaren ise doğalgazın altın çağlarını oluşturdu. Bütün bu fosil yakıtların yanması sonucunda, içerdikleri karbondioksit atmosferde serbestçe dolaşmaya başladı. Bütün bunların üstüne, karbon yutakları olarak adlandırılan ormanların yok edilmesi de eklenince atmosferdeki karbon birikimi 150 yıl kadar kısa bir sürede %50 oranında arttı. Böylelikle gezegenimizin son 650,000 yıllık geçmişinde hiçbir dönemde gözlemlenmemiş bir artışa ve birikim düzeyine sahip olma "onurunu" yaşadık.
Çevre ve kalkınmanın aynı cümle içinde kullanılması ne kadar mümkün? 'Sürdürülebilir kalkınma', ne kadar içi doldurulabilir bir kavramlaştırma?
Öncelikle "kalkınma" kavramı ile neyi ifade ettiğimiz konusunda ortaklaşmak zorundayız. Hedefimiz daha hızlı bir arabaya binmek mi, daha lüks bir arabaya binmek mi, yoksa insanlara ve mallara güvenilir ve sürdürülebilir bir hareketlilik kazandırmayı mı istiyoruz. Hedefimiz gece-gündüz ve kaynağı/bedeli ne olursa olsun ışıl ışıl ev ve kentlerde mi oturmak, yoksa ucuz, güvenilir, sürdürülebilir elektriğin Somali'de de, New York'ta da, Şırnak'ta da, İstanbul'da da aynı kolaylıkla erişilebilir olmasını sağlamak mı? 1992'de Rio Zirvesi'nde ortaya çıkan sürdürülebilir kalkınma kavramının 1990'ların "tek çözüm serbest piyasa" sloganının altında ezildiği doğru. Ancak gezegenimizin üzerindeki 6 milyar insanın insanca ve çevre dostu yaşam koşullarına eşit bir erişim elde etmesini istiyorsak, kalkınmanın sürdürülebilirliğinin ardından sürdürülebilirliğin kalkınmasını da sağlamak zorundayız. İklim değişikliği ile tahtı sarsılan "Karbon Uygarlığı"nın yerine koyacağımız "Yenilenebilir/Sürdürülebilir Uygarlık" hiç şüphesiz mum ışığıyla ortaya çıkmayacak. Sanayisiyle, ulaşımıyla, üretimi ve tüketimiyle daha sürdürülebilir bir yaşamı geliştirmekten başka bir seçeneğimiz yok.
Çevreciliğin, hızla 'profesyonel' bir uğraş haline geldiğini söyleyebilir miyiz? Bu bağlamda 'yeni bir yeşil siyaset' üretmek ne kadar mümkündür?
Yeşil eğitim, yeşil ticaret, yeşil kentler ne kadar mümkünse yeşil siyaset de o kadar mümkün. Hatta bütün bu hedeflere varabilmek için, ana renk ne olursa olsun, siyasetin her türlüsünün içine yeşil bir ton eklemek belki de en doğrusu ama bir o kadar da zoru. Kızıl Ken'e karşı Londra Belediye Başkanlığını kazanan Boris Johnson'ın, çok farklı bir siyasi çizgiden gelmesine rağmen, bir önceki dönemin çevre alanındaki hemen hemen tüm uygulamalarını devam ettireceğini hatta daha da ileriye götüreceğini açıklaması bunun en güzel örneği.
"Bugüne kadar çevre konuları, çoğunlukla birilerinin bozup, çevrecilerin düzeltmeleri gereken bir yap-boz tahtası olarak algılandı."
Ölümcül sınır çizgisinin herkes için farklı olması süreci nasıl etkiliyor?
"21. yüzyılın sonunda sıcaklık artışının 19. yüzyıla göre 2oC ile sınırlanması" Avrupa Birliği'nin iklim değişikliği politikasının temelini oluşturuyor. Verilere göre, 2oC'lik bir artış Avrupa açısından kabul edilebilir sonuçlara yol açıyor. Ancak bu değişiklik, Pasifik'teki bazı ülkelerin topyekin mülteci olmasına ya da Kutuplardaki ayı neslinin tükenmesi ya da Klimanjaro'daki buzulların tamamen yok olması anlamına geliyor. Dolayısıyla yaşanan değişim aynı olmasına rağmen, yaratacağı etki coğrafi dağılım ya da sosyo-ekonomik yapıya göre farklılık gösterebilecek. Ancak ne yazık ki, süreçten etkilenenlerin politikaları ya da müzakereleri etkileme gücünün, yaşanacak değişikliklerin etkisi kadar güçlü olduğunu söylemek zor.
İklim değişikliği, ekoloji, müzakere edilebilir bir şey midir, olmalı mıdır?
Müzakerelerin ana gündem maddesi ne ekoloji ne de iklim değişikliği. Tartışılan konu, bu sürecin önüne geçmek için kim, hangi taşın altına, hangi elini, ne zaman sokacak, ya da oluşturulacak sandıktan kim ne kadar pay alacak, kısacası işin ekonomik ve sosyal yönü. Bu müzakereler ise insanlık tarihi kadar eski.
Kyoto Sözleşmesi ve Bali'deki zirve sonrasında nasıl bir 'çevre' profili ortaya çıktı? Çevre için Kyoto Sözleşmesi'nin tek kurtarıcı olarak gösterilmesi gerçekçi midir?
Çevre camiasının Bali'deki en önemli başarısı, iklim değişikliği tartışmalarını, artık kendi aralarındaki bir konu olmaktan çıkarıp, bankacıların, sanayicilerin, turizmcilerin, tekstilcilerin, sporcuların, yani toplumu oluşturan tüm kesimlerin gündemine sokulmasını sağlamaktı. Bugüne kadar çevre konuları, çoğunlukla birilerinin bozup, çevrecilerin düzeltmeleri gereken bir yap-boz tahtası olarak algılandı. Artık anlaşıldı ki, esas başarı, bütünü dağıtmadan, parçaları bozmadan, dikilenleri yıkmadan ilerleyebilmek. 1990'ların siyasi, bilimsel ve ekonomik gerçeklikleri üzerine inşa edilen Kyoto Protokolü elbette ki mükemmel değil. Bugün hedef, yeni adı ne olursa olsun, Kyoto Protokolü'nde yer alan ilke ve uygulamaları, 2012 sonrasında da, varsa eksiklerini tamamlayarak, yanlışlarını düzelterek ve doğrularını çoğaltarak devamlılığının sağlanması. Çok basit 3 örneği ele alalım; Kyoto Protokolü, Hamburg-Frankfurt arasındaki uçak yolculuğundan kaynaklanan sera gazı salımlarının azaltılmasını talep eder, ancak Paris-Brüksel hattındaki salımlarla ilgilenmez, çünkü 1997 yılında bu sorunun bedelinin kimin tarafından ödeneceğine dair bir formül bulunamamıştı. Kyoto Protokolü, iklim değişikliği ile tetiklenen doğal afetlerin zararının kimin tarafından ödeneceği ile de ilgilenmez. Son olarak, Kyoto Protokolü'ne taraf olan 170'den fazla ülke arasında sadece 39 tanesinin sera gazı salımlarının 2012 yılına kadar azaltılmasına dair bir hedef vardır ve diğerlerinin hiçbir salım azaltım yükümlülüğü yoktur. Dolayısıyla 2009 yılı sonu itibarı ile sonuçlanacak ve 2012 sonrasını kapsayacak yeni anlaşmada, başta bu konular olmak üzere diğer pek çok konunun da açıklığa kavuşturulması gerekecek. Bu açılardan ele alındığında, Kyoto Protokolü elbette ki ilerletilecek ve düzeltilecek. Ancak bu tartışmalarda elimizdekini kaybetmeden ve taşın üstüne taş koyarak ilerlemek çok önemli. Ne de olsa "iyinin en büyük düşmanı mükemmeldir." Dahası, eksiklerinin yanında pek çok yeniliği de beraberinde getiren Kyoto Protokolü'nün ölmesi ya da gündemden kalkması, en çok Kyoto Protokolü karşıtlarının işine yarar, ki bunun kimler olduğunu kamuoyu yakından biliyor.
"İçinde bulunduğumuz koşullarda fosil yakıtlardan arınmış bir ekonomi, bir tercih değil bir zorunluluk, dahası pek çok açıdan ele alındığında oldukça karlı da bir seçenek."
Türkiye bu küresel krizin neresinde, müzakerelere nerede ve nasıl dahil oluyor? Türkiye adına krizin doğru bir okumasının yapılabildiğini söyleyebilir miyiz?
Türkiye 1990'lı yılların başında yaşanan şanssızlıklar ve yanlışlıklar nedeniyle 2004 yılına kadar bu küresel oyunun dışında kaldı. Bütün dünyada Sözleşme ve Protokol'le hareketlenen yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği sektörlerinin, deyim yerindeyse, 2004 yılına kadar Türkiye'ye hiç uğramaması, bu dışlanmışlığın en büyük ve vahim sonucu oldu. Ancak Türkiye, 2004 yılından sonra bu sürece katıldı. İklim değişikliği süreci insanlığın en büyük maratonu olarak değerlendirilebilirse, biz Türkiye olarak yarışa 100 metre geriden başlamış olduk. Ama diğerlerinin bastığı çukurlara basmadan ilerlenebilirse, Türkiye aradaki farkı çok hızlı kapatıp, ileri bile geçebilir. Şöyle bir örnek verilebilir, 1992 yılında yazılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin Türkçe metni ilk defa 2004 yılında kitapçık olarak basıldı. 1997 yılında yazılan Kyoto Protokolü'nün metni ise 2006 yılında Türkçe kitapçık olarak okunabilmeye başlandı. Dolayısıyla Türkiye, gerek Kyoto Protokolü gerek diğer alanlardaki geride kalmışlığını çok hızlı aşabilir. İklim değişikliğinin en önemli gündem maddesi olan sera gazı salımlarının azaltılması konusunda en temel tartışma, bugüne kadarki salımların sorumluluğu ve bundan sonraki salımların nasıl, kimler tarafından ve ne zaman azaltılacağı. Türkiye, kişi başı salımları açısından dünya ortalamasının biraz üzerinde yer almakla beraber, özellikle enerji üretimi ve tüketimindeki verimsizliği ve büyük nüfusu nedeniyle toplam salımlarda ilk 25 ülke arasında yer alıyor. Türkiye aynı zamanda zenginler kulübü olan OECD'nin üyesi ve AB'ye taraf olma yolunda da ilerliyor. Son açıklanan veriler ise gayri-safi milli hasılanın da ciddi oranlara eriştiğini ortaya çıkıyor. Bütün bu veriler ele alındığında, Türkiye elbette bir ABD ya da AB kadar büyük bir tarihsel sorumluluk içerisinde değil ancak pek çok Asya ya da Afrika ülkesi kadar da masum değil. Bu nedenle, "ileri, gelişmekte olan ülke" kavramının Türkiye için en iyi tanımlardan birisi olduğuna inanıyoruz. Türkiye, Kyoto Protokolü'nde 2012 yılına kadar sera gazı salım azaltım hedefi bulunmayan tek Ek-I ülkesi. Türkiye, 2012 yılından sonra benzer bir şekilde, hiçbir sorumluluk almayacak bir konumda olmayı beklememeli. Ancak Türkiye'nin alacağı yükümlülükler bugün Kyoto Protokolü'nün Ek-B listesinde yer alan ülkelerden de farklı bir içeriğe sahip olmalı. Türkiye, Kyoto Protokolü'ne katılmasının ardından, 2012 sonrası ile ilgili bu tip teknik tartışmalarda da kendi iradesiyle yer alma hakkını kazanacak.
Özellikle enerji alanında pek çok yeni yatırım söz konusu ve büyük çoğunluğu da fosil yakıt merkezli projeler. Öte taraftan nükleer enerji konusunda da çok kararlı görünülüyor. Çevre ve sürdürülebilirlik açısından bunu nasıl değerlendirmeli?
1900'lü yılların başında Winston Churchill İngiliz Donanması'nın yakıtlarını kömürden petrole çevirerek önemli bir çığır açtı. Henüz 20. yüzyıl tamamlanmadan ise "British Petroleum" adını "Beyond Petroleum" olarak değiştirerek "düşük karbon ekonomisi" olarak adlandırılan yeni bir çağ daha açıldı. İçinde bulunduğumuz koşullarda fosil yakıtlardan arınmış bir ekonomi, bir tercih değil bir zorunluluk, dahası pek çok açıdan ele alındığında oldukça karlı da bir seçenek. Nükleer enerji ise, toplumların ve ekonomilerin karbonsuzlaşmasında en maliyetli, en zor ve en problemli seçeneklerin başında geliyor.
Türkiye'den bir çevre stratejisi beklemek iyimserlik mi olur?
Türkiye'nin yetişmiş insan gücü ve teknolojik altyapısı çevre açısından da çok büyük olanaklar sunuyor. Ancak çok daha önemlisi, Anadolu toprakları, "imece" kültürüne, "bir dilim ekmeği paylaşma" ruhuna, "ayağını yorganına göre uzatma" kültürüne beşiklik yapmış, "Köy Enstitüleri" modeliyle günümüz toplumsal yaşam arayışlarına örnek olmuş, yenilenebilir enerji kaynakları açısından dünyanın en büyük potansiyellerine sahip, insanlığın en eski uygarlıklarının kök saldığı bir coğrafya. Dolayısıyla, bu birikimlerimizi iyi değerlendirebilirsek, hem ülkemiz hem dünya hem de ekosistem için yerine getirilecek pek çok görevimiz var.