Dönüştürülmüş Kentin Havası İnsanı Özgür Kılar Mı?

E. Seda KAYIM / 04 Aralık 2007

Kentsel dönüşüm, kentsel canlandırma, kentsel yenileme…İngilizce'den doğrudan dilimize geçen bu kavramlar aslen İngiltere ve Amerika'da yürütülen bir dizi hükümet programının adlarını oluşturuyorlar. İlk olarak kentsel alan içerisinde dilenenden yoğun yapılaşmaya maruz kalan bölgeler için düşünülen ve uygulanan düzenlemelere dair ortaya çıkan bu süreç, dünya çapında 1940'ların sonlarından günümüze uzanan gerilimli bir tartışma konusunu da temsil ediyor. Kentsel dönüşümün etkisi altına aldığı dünya kentleri ise sayısız: Pekin/Çin, Melbourne/Avustralya, Glasgow/İskoçya, Boston, San Francisco/Amerika, Londra/İngiltere, Cardiff/Galler ve Bilbao/İspanya gibi şehirlerin kentleşme tarihlerinde büyük ölçüde Türkiye'dekilere benzer mekanizmaların işlediği söylenebilir.

Kentsel dönüşüm veya yenileme kavramı, denk düştüğü iş alanlarının kaydırılması, sakinlerin taşınması gibi sonuçlar yüzünden son derece tartışmalı bir kavram.  Aynı zamanda her türlü yerleşik alanın devlet arazi olarak değerlendirilip yalnızca hükümet ve yerel yönetimlerin kontrolünde görülmesi ve dolayısıyla kent parçalarının devlet destekli geliştirme projesi kapsamına koyularak tamamen sivil etki alanından çıkarılması hem kentsel dönüşümün yıkıcı olabilecek doğasına hem de kavramın sorunluluğuna işaret ediyor. Sonuç olarak ‘yenileme' savı, kentsel gelişim anlamında – konut, ticaret ve endüstri alanları için - her daim bir ‘haklı çıkarma' durumu ortaya koyuyor. Muhtemelen bu yüzden, bu kavram kavgası 1960'ların sonuna gelindiğinde James Baldwin tarafından Amerika örneği üzerinden ‘Kentsel Yenileme' (Urban Renewal) yerine ‘Zenci İteleme' (Negro Removal ) olarak etiketleniyor.

Kentsel yenileme her ne kadar bizler için ciddi bir aktüellik taşısa da, kavramsal olarak 20.yy'ın başına, Robert Moses'in New York dönüşüm projesine kadar götürülebilir. 1930'dan 1970' lere kadar yeni köprüler, viyadükler, konut projeleri ve kamusal parklar için hazırlanan projelerin başındaki isim olan Moses, New York üzerindeki tartışmasız etkisi ve tek yöntemli, tek hedefli çalışmaları yüzünden dikkat çekici bir figür olduğu gibi Paris'in 19.yy'da geçirdiği dönüşümün mimarı Hausmann'la da benzerlikler taşır. Modern tarihte izini sürebileceğimiz en büyük çaplı kentsel dönüşüm etkinliği ise zaten şüphesiz Barron Hausmann'ındır. III.Napolyon tarafından görevlendirilen Hausmann, neredeyse temelinden değiştirdiği Paris'in kamusal anlanında yarattığı kuvvetli hareketin yararları ve bedelleriyle, kentsel dönüşümün projelerinin ilk örneklerinden birinin yaratıcısıdır. Hausmann'ın çabalarının, veya ışınsal yollarının demeliyiz, merkezi terminaller yaratmak ve tren hatlarını oluşturmak için kısmen anlamlı olduğu söylenebilir.

Tüm dünya kentlerinin ciddi bir fiziksel yıkımla yüz yüze kaldığı 20.yy'ın ikinci yarısı ise, kentleşme anlamında da buhranlı bir dönemi temsil ediyor. Almanya'nın, Polonya'nın, Avusturya'nın, Fransa'nın sayısız kentinin savaşın izlerinden kurtulması için yeniden inşa edilişleri, kökünden silinmiş tarihi bir patinanın yeniden var edilme çabasıdır ve bu tam anlamıyla büyük çaplı bir ‘kentsel rehabilitasyon'dur. Fakat bu, yalnızca tüm Orta ve Batı Avrupa'ya sınırlanabilecek bir rehabilitasyon anlayışı olmamıştır. Aynı tarihlere rastgelen ve kavramın inşaasında belki de daha önemli rol oynayan kentler Amerikan kentleridir. 1934 yılında tohumları atılan ve 1954 yılından başlayarak Amerikan hükümetinin geliştirdiği bir dizi kanunla yürürlüğe sokulan kentsel yenileme etkinlikleri, başlangıçta alt gelir gruplarına yeni yaşam alanları yaratmak gayesi taşıyordu. Sonrasında rant öngörüleri ve oluşturulan lobilerin baskıları sonucu, söz konusu kentsel alanların toplumsal çehresinin tamamen değiştirilmesi, ticari işlevlerle yüklenmesi veya üst gelir grupları için yeni yaşam alanları haline getirilmesi ise tanıdığımız bir hikaye. Bu bağlamda Türkiye özelinde kentsel dönüşüm polemiklerinin ortaya çıkışının 1999 İstanbul depreminden sonraya rastlaması tesadüfi değildir. Ankara 'nın Cumhuriyet'in ilk yıllarında yeni bir kent olarak inşa edilmesinden – ki kentsel dönüşümle Türkiye'nin ilk tanışıklığı olduğu için önem taşımaktadır -  yaklaşık 70 yıl sonra kentlerin ve kentlinin ‘doğru'luğunun sorgulanmaya başlanması ve kavramın yeni icat edilmişçesine rağbet görüşünü, toplumun kente karşı oluşturduğu fobiyi perçinleyen bir depremden daha iyi ne anlatabilir?

Belki de bu noktada kentsel dönüşümün ne olduğu veya olması gerektiği değil de, onu gerekli kılan mekanizmaların ne olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Kentsel Dönüşüm'ün temelinde kentsel yoksunluğu barındıran bir kavram olduğunun altını çizen İstanbul Üniversitesi Kentleşme ve Çevre Sorunları ABD öğretim üyesi Dr. Pınar Özden, bu yoksunluğu oluşturan faktörleri tanımlayarak projenin ekonomik boyuuna dikkat çekiyor: "Kentsel yoksunluğun bileşimini oluşturan faktörler; eski konut dokusu, konfor koşullarının noksanlığı, onarım ve mevcudu sürdürme durumu, genel görünümünün sefilliği, çok kullanıcılık ve yüksek oranda kiracılık durumları ile ifade edilebilir. Çöp dolu sokaklar, kirlilik, sanayi ve konut karışımı yerleşme dokusu, işlevsiz hale gelmeye başlamış, az işleyen okullar ve sosyal konutlar da fiziksel çevrenin karakteristikleri arasında sayılabilmektedir. İkinci faktör ise, ekonomik yoksunluktur. Kentsel yoksunluğun nedenleri arasında kısaca "sosyal keyifsizlik " terimiyle ya da bir başka deyimle, toplum içinde bulunduğu konumdan ve çevresinden hoşnut olmama durumu ile açıklanabilecek olan problemli aileler, anti-sosyal davranışlar, vandalizm, çocukların suç işlemesi, alkolizm, kriminal faaliyetler gibi unsurlar ile hizmet birimlerinin ve donatıların noksanlığı ve standartlarının yetersizliği gibi faktörler sayılabilir."

Kentsel dönüşümün yapılma nedeni sorgulanınca gerçekten de akla ilk gelen kelime rant oluyor. Bu konuda özellikle 1960'lı yıllarda Batı Avrupa'da yaşanan deneyimler, önemli ölçüde tüm dünyaya rehber konumunda. Çünkü, gerçekleştirilen dönüşümlerde sosyal etmenler göz ardı edildiği, salt fiziksel iyileştirme yapıldığı için bölgede oluşan rant, burada yaşayan insanların, barınamamalarına ve başka bölgelere göç etmelerine yol açıyor. Bunun anlamı ise; yer değiştirme ile birlikte kentin başka bölgelerinde benzer mekânların oluşması ve bu bölgeler için de dönüşüm projelerinin hayata geçirilmesidir.

Kentsel yenilenme, rehabilitasyon, dönüşüm, hangi terimi kullanırsak kullanalım, bunun bugünkü anlamının artık Hausmann'ınkiyle çakışmadığı çok açık. 20. yy'ın ikinci yarısından 21.yy'ın başlarına, yani günümüze kadar karşımıza çıkan kentsel dönüşüm projeleri, genel anlamda, çöküntü bölgelerinin yıkımı ve yeni yapı blokları ile yeni kentsel ulaşım ağlarıyla tekrar düzenlenmesi şeklinde karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla bugün ‘kentsel dönüşüm'den, aydınlama felsefesinin vaaz ettiği, Hausmann'ın ve dönemdeşlerinin takipçisi olduğu, hatta Viollet Le Duc 'un klasik restorasyon anlayışıyla birebir örtüşen ‘ideal kent'  tahayyülünden çok daha fazlasını anlarız. Bu yeni açılımın, kavramın kendisinin dönüşmesinin II.Dünya Savaşı'nın sonrasına denk gelmesi ise kuşkusuz bir tesadüf değildir.

Dolayısıyla kentsel dönüşümü bir proje adından çok bir kavram olarak görmek ve bu kavramı üreten II.Dünya Savaşı sonrası ortamının, dünyanın 20.yy boyunca geliştirdiği ekonomik mekanizmaların bilgisiyle okumak hayati gözüküyor.

 


Türkiye ve dünyanın kentsel dönüşüm dinamikleri üzerine...
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :