Ekonomik ve siyasal değişimler nedeni ile Türkiye'nin sürekli olarak geçirdiği yerleşme sistemi dönüşümleri, son birkaç yıldır 'kentsel dönüşüm' adı altında karşımıza çıkıyor.
Kentsel dönüşüm adı, aklımıza yoğunlukla son üç yıl içinde bir dizi tartışmalı konuyu getiriyor: Tarlabaşı ve Sulukule sakinlerinin delokalizasyonu, TOKİ kaynaklı yeni konutlaşma bölgelerindeki niteliksiz mimarlık ürünleri ve bunun da ötesinde hedefinden sapmış ‘toplu konut' anlayışları, kentlerin ve kentlinin üzerine düşünülmeyen dönüştürme potansiyeli ve ‘üstün bir güç' olmadan harap halinden kurtulamayacağı ‘anlaşılan' önemli kent içi arazilerinin birer birer elden çıkarılması...
Halbuki magazinel bir ‘muhabbet' konusu haline gelmeden önce de kentsel dönüşüm kavramı mevcuttu. Şüphesiz hemen her belediyenin çalıştığının bir göstergesi olarak ortaya attığı irili ufaklı projeler, toplumsal zihnimizi pek meşgul etmemişti.
Türkiye ötesinde ise, 20.yy'ın başlarından beri ‘neden'i ‘nasıl'ı sürekli tartışılan ve revize edilen kentsel dönüşüm veya kentsel yenileme yaklaşımları, Kıta Avrupa'sının sancılı bir yüzyılı boyunca sürekli dalgalanan ekonomik ve sosyal oluşum grafiğini takip eder nitelikteydi. Sömürge yüzyıllarının sonlarına gelinen 1900'lerde, İngiliz eli ile sıfırdan inşa edilmiş Güney Asya şehirleri, yabancı sermayenin girişi ile filizlenmeye başlayan Çin kentleri, savaşın yaralarını sarmaya çalışırken ‘kaybolmuş' tarihinin peşine düşen Rus, Alman ve Fransız şehirleri ile engellenemez kalkınmasına kentsel organizasyonda da ayak uydurmak için her an yeniden planlanan büyük Amerikan kentleri aslında bu ‘kentsel dönüşüm' mevzuu'nun hep birer nüveleriydi.
Le Corbusier'in Hindistan'daki ‘manga' kasabası Şandigar, mimarın, bir kentin nasıl olması gerektiğine ilişkin on yıllık tecrübe ve birikiminin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor ve modernitenin var ettiği bir figürün nasıl karşı-modern görüşler savunabileceğini bize gösteriyordu. Oscar Niemeyer'in Brasil'i ise, kentsel kurgu içinde disiplini ve optimumları savunuyor, şehirsel organizmanın en verimli işleyeceğini iddia ettiği faşizan işlevsel bölüntülerle yeni bir kent inşa ediyordu. Jane Jacobs 1961'e gelindiğinde ‘The Life and Death of Great American Cities'i yazarak, belki de kentlerin devlet eli ile rehabilite edilmesine ilişkin en sert tavırlardan birini ortaya koyuyordu.
Bugün ne Brasil, ne Şandigar, ne de yer değiştirmenin söz konusu olduğu yaşam standardı ‘yükselten' Avrupa ve Amerika ‘suburbia'ları düşlenen haldeler. Kentin ve kentlinin dönüşüm potansiyeline inanılmayan her projede olduğu gibi, en disiplinli, en sağlıklı, en topluma faydalı olmaları planlanan noktalarda asayişsizlik, anti-hijyeniklik ve kaos üretiyorlar. Böylelikle, dikte edilmiş kentsel sistemlerin asla kentin kullanıcısı üzerinden tasarlanmadığını ortaya koyuyorlar. Daha da önemlisi her tasarlanmışlığın bir kuralsızlık ürettiğini bize kanıtlıyorlar.
"Kentsel dönüşüm olmazsa kentler kendi hallerine mi bırakılacak?" sorusunu cevaplamak elbette kolay değil. Dönüşüm projelerini eleştirirken gerçek bir çözümsüzlük ortamı yaratılması da yüceltilmemeli. Son derece aşikar ki, şehirlerin yenilenmesi ve dönüştürülmesinde işleyecek sistematikler çok hassas seçilmeli. Ancak modern kent gibi, her an, her saniye kaos, çözümsüzlük, karşılaşma, çözülme ve tekrar düğümlenme üreten bir mekanizmadan, günümüz belediyelerinin ve iştirakçilerinin ‘algılama rahatlığı'yla bahsetmemek gerekiyor. Kentlerin bir dönemin estetik kaygılarından öte bir değer taşıdığı veya bir politik duruşun vaaz ettiğinden daha köklü toplumsal söylemler ürettiğini de unutmadan.