Burçak Evren, "Eski İstanbul'da Kahvehaneler" adlı kitabında, klasik bir kahvehaneyi şöyle betimler:
"Kahvehaneler başlangıçta Naima'ya göre ‘Mecma-i zürefa' yani güzel konuşmaların toplantı yeri Nihad Sami Banarlı'ya göre ise ‘akademik muhit' görevini üstlenmişti. Kahvenin mimarisi de bu sohbeti etme olgusunun pratikliği ve işlevselliği üzerine kuruluydu.
Çoğu yanmış, yıkılmış ya da benzer nedenlerden ötürü yok olduğu için ilk kahvehanelerin mimarisi hakkında kesin bilgiler günümüze kadar gelmemiştir. Ancak, Melling, Allom ve Walsh'ın 19. yüzyılda yaptıkları gravürlerde bu döneme ait kahvehanelerin aslına yakın mimarisini izlemek mümkün olmaktadır. Klasik planlı bir kahvenin önce orta meydanı olarak da isimlendirilen kare planlı bir avludan girilirdi. Çoğunlukla bu mekanın üç ya da dört tarafı bir metreye yakın oturma yerleriyle çevrilmişti. Kimi zaman ise ayakkabıların çıkarılacağı bir kunduralık bölümünü de içerirdi.
Esas ana mekan bu giriş mekanından 20-30 cm. yükseklikte bir tabana sahipti. Bu mekan da kimi zaman çepeçevre 30 cm yüksekliğinde oturma yerlerinle çevriliydi ve ortasında tüm mekana hakim olan bir şadırvan ve ya ona benzer havuz içeriyordu. Ocağın bulunduğu köşenin karşısında ise merdivenle çıkılan etrafı parmaklıkla çevrilmiş 20-25 kişinin sığabileceği kerevetli baş sedir bulunuyordu. Buna sedirlik adı da veriliyordu. Buraya kahvenin müdavimlerinden çok, nüfuzlu kişiler oturuyordu. Tiryakilerin yeri ise baş sedirin yakınında önünde post ve ayrıca bir saat bulunan yerde idi. Kahvenin en hakim yerinde alçıdan yapılmış, yaşmaklı ocak bulunurdu. Ocağın her iki tarafında da içinde fincanların, zarfların ve diğer kahve takımlarının yer aldığı üç-dört gözlü raflar yer alırdı. Bunlara da delik denirdi. Bu rafların biraz uzağında sıra sıra çubukların saklandığı dolaplar ve ayrıca tütün ocakları da bulunurdu. Kahvenin bu konumu köy odaları ya da birlikte eğlenme, sohbet etme mekanlarıyla da büyük benzerlikler taşımaktaydı."
Kahvehaheler; alışkanlık mekanları
Eski İstanbul'un çeşit çeşit kahvehaneleri – mahalle kahvehaneleri, semai kahvehaneleri, esrarkeş kahvehaneleri, yeniçeri kahvehaneleri, vb. – üç aşağı beş yukarı benzer mimari özellikler taşısa da, ufak tefek farklılıklar da gösterirlerdi. Yeniçeri kahveleri daha gösterişli iken, yaşlıların devam ettiği mahalle kahvehaneleri daha sade; bakımsız esrarkeş kahvehaneleri gecelemeye müsait iken, semai (çalgılı) kahvehanelerde oturma düzeni gösteriye yönelik idi.
Elbette alışkanlık mekanlarıydı kahveler. Her dönemde kahvelerin gelip geçerken uğrayan müşterileri olsa da, müdavimleri asıldı. Müdavimler, ayak alıştırdıkları kahvenin mekansal atmosferine ısınırlar, değişikliklerden çoğunlukla rahatsız olurlardı. Günümüzde de, gediklilerini oluşturamayan ‘café'lerin ilk iş tasarımlarını yenilemeye kalkışmaları bundan olsa gerek. Canımızın çabuk sıkıldığı 21. yüzyılda müdavimler artık, eskiden olduğu kadar kesin profiller oluşturmasa da, yine de kahveler, masasından fincanına, duvarda asılı duran tablosuna kadar birçok ipucu taşır.
Önce doğu-batı, sonra batı-doğu
Vaktiyle özellikle ramazan ayında çalgılarla eğlenilen semai kahvelerinin gediklilerini Salah Birsel şöyle betimler:
"Her sınıf halk gelir bu kahvelere (…) ama has müşterileri tulumbacı, arabacı, sandalcı gibi esnaftır. Dahası, bunların da uçarı, çapkın, kabadayı takımıdır. Bu ele avuca sığmaz müşteriler ceket omuzda, fes yampirileşmiş olarak gelirler. Bellerindeki kuşaklarında bıçakları olur. Bıçak sapının iyice görünmesine pek önem verirler. Bu cakalı ve saldırgan angutlar, doğrusunda, kuru gürültüden başka bir şey değildir. Bunlar çıkardıkları çıngarda herkese rezil olurlar".
Kahve ve kahvehanelerin doğudan batıya doğru başlayan yolculuğu, 19. yüzyıldan itibaren tersine döner. Özellikle Beyoğlu'nda farklı şıklıkta kahveler açılmaya başlar. Enis Batur, bu lüks kahvelerden Luxemburg'u Ebüzziya Tevfik'ten aktarır: "Hele Lüksemburg, şimdiki Kanzuk eczahanesinin bulunduğu yerde, eni ve boyu gayet geniş, duvarları kamilen aynalarla donanmış, peykeleri kadife kapalı, tavanı yaldızlı nakışlarla süslü mükellef bir yerdi."
Şimdilerin kahve içilen mekanları, elbette hem klasik bir Osmanlı kahvesinden, hem de birbirlerinden farklılar. Yine de çok şey değişmemiş çünkü kahveler hala buluşma, vakit öldürme mekanları; Bu sıcak içeceğin kokusuna, tadına bağımlı olunmasa da gidilen mekanlar...
Ama eski İstanbul sokaklarında, sırtındaki bir sopanın iki ucuna astığı ocağı ve takımlarıyla dolaşan seyyar kahveciden bir fincan kahve alıp, oracıkta bir taşın üstüne oturarak yudumlamak ise, herhalde tiryakilikti.