Festivallerin kente devingenlik sağlaması veya sızmasının, yalnızca etkinliklerin kent içindeki aktiviteye bağlı fiziksel dağılımı ile gerçekleştiğini söylemek pek doğru olmaz. Festival, hiç şüphesiz çoklu mekan seçimleri, hatta zaman zaman kentin sosyo-ekonomik yapısına bağlı olarak tekil dokunuşlarla da bir kenti veya kentsel parçayı dönüştürüp, değiştirebilir. Yine kentsel parçanın planlaması, ilişkiler ağı içindeki ağırlıklı işlevsel rolü ve hatta coğrafi özelliklerine bağlı olarak farklılaşabilen bu potansiyelin, pek çok festival aracılığıyla ortaya çıkarıldığını görmek mümkün. Üstelik kimi zaman gerçek bir potansiyelsizliğin beraberinde getirdiği zorunlu yeniden tanımlama sürecinin, kente ulusal veya uluslararası ‘kimliğini', daha doğru bir tanımla tanınırlığını kazandıran tekil etmen olarak festival olgusunu güdümlediği bir gerçek. Yani festival, etkinliklerin
konumu itibariyle sokağa çıkmasa da, doğru yönetimsel bileşenler aracılığıyla kamusal mekana taşınabilir; kamusal mekanı yeniden yaratabilir.
Bu duruma, yani kentteki noktasal-mekansal seçimlerin kent bütününe veya parçasına dönemsel veya kalıcı olarak kazandırdığı canlılığa verilebilecek en doğru örneklerden biri, Cannes Film Festivali. Fransız Riviera'sında küçük bir balıkçı kasabası olarak yüzyıllar boyu kentsel ilişkiler ağındaki orta önemdeki rolünü yürütmüş olan Cannes'dan, bugün bir ticaret noktası olarak söz edişimizin boyutu şüphesiz çok farklı anlamlar taşıyor. Öte yandan Cannes'a bu gevşeklikte ‘kent' diyebilmemizin de temel sebebini, Türkiye'de alışık olduğumuz şekilde ‘kafa hesabı'nın bir dökümü veya oraya ait teknik fasiliteler bütününün yetkinliği değil, sahip olduğu karmaşık uluslar-üstü bağıntılar oluşturuyor.
Burada bahsedilen elbette, sadece yılda bir kez kentin tüm ana ulaşım arterlerinin kesilen trafiği değil. Veya evinizden bakkala gittiğiniz yolu sarıp sarmalamış kırmızı halı öbeği hiç değil. Önemi gözden çıkarılamasa da, ne toplamda yüzbinlerce gazetecinin evinizin kapısını nöbet mevkii olarak bellemesi ve ne de kentte ‘iğne atsan yere düşmez' sözünün fiziksel gerçekçiliği tek başına bir şey ifade ediyor. Çünkü Cannes, film festivali dışında geçirdiği 11 ay boyunca unutulmuş, terkedilmiş bir kasaba değil; aksine mütevazi kıyı köyünden dünyanın en üst toplumsal katmanının uğrak yazlığına dönüşmüş bir sahil kentinden söz ediyoruz. "Festivale hizmet eden değil festivalin hizmet ettiği kent" tümcesini tam bu noktada akılda tutmakta fayda var.
Dünyadaki en eski ve en prestijli film festivallerinden olan Cannes Film Festivali, her yıl gerçekleşen etkinlikler bütünü boyunca tek bir binada kurgulanıyor. İlk olarak gerçekleştirildiği 1946 yılının hemen ertesinde, yalnızca bu sinema etkinliği için inşa edilen Palais des Festivals'de düzenlenen film festivalinin, dolayısıyla yalnızca kent ile değil yapısı ile de özdeşleştiği inkar edilemez.
Kentin erken dönemdeki en büyük dönüşüm projesi olarak görülebilecek Palais des Festivals, kentsel ölçekle kurduğu oransal ilişki ile de kamusal mekan üzerindeki etkisini ispatlıyor. Festival, mekansal olarak merkeziyet ilişkisi kurduğu kente belki dağılmıyor; fakat onu, sürekli biriktiren bir deneyim-mekana dönüştürüyor. Bu deneyim mekan ise, Cannes'a bugün sahip olduğu kentsel mekanın fiziksel, ekonomik ve sosyal niteliğini ‘bahşeden' en temel faktör haline geliyor. Yani kenti kent yapan tüm etmenler, kabaca, bir yapının üstlendiği yeni bir işlev ile deviniyor. Örneğin bugün Cannes'da, film festivalinin gösterimlerinin gerçekleştiği toplamda altı ayrı sinema bulunuyor. Tüm bu sinema salonlarının Cannes'ın yıllık ihtiyacını karşılamak üzere açılmış olacağını düşünmek ise biraz naif kaçıyor; festival kendi yıllık döngüsü içinde işlevsel gerekliliklere cevap vermek adına kente bina ölçeğinde yayılıyor. Bu bir tür ‘tomurcuklanma' sonunda kentteki sosyo-ekonomik ve kültürel hükümranlığını ilan ediyor.