Mimarlar Odası eski başkanı, Cumhuriyet gazetesi yazarı Oktay Ekinci, ardı ardına açılan alışveriş merkezlerinin zaten planlamasında büyük sorunlar olan İstanbul gibi kentlere ağır yük getirdiği görüşünde. Ekinci'ye göre bugün Türkiye'de, özellikle İstanbul'da mimariyi siyaset belirliyor. Son yıllarda, ekonomideki olumlu gelişmelere paralel olarak alım gücü arttı, perakende sektörü genişledi, emlak piyasasındaki ilerlemeler de göz önüne alınırsa, arka arkaya yeni alışveriş merkezleri açılmaya başladı. Şehir hayatının yeni gerçeği olarak ortaya çıkan bu alışveriş merkezleri, bir anlamda kamusal alan illüzyonu mu yaratıyorlar? Alışveriş merkezi tarihçesine baktığımızda süper marketlerden bahsetmek gerekir. Belli firmaların kentin belli merkezlerinde açtıkları büyük tüketim mağazalarıdır bunlar. Başlangıçta süper marketler, özellikle toptan ve perakende arasındaki ilişkiyi direk kurabildikleri için, tüketiciyle bir mesafe aldılar. Mesela Ege Bölgesi'ndeki Tansaş'ın kurulması belediyeler eliyle olmuştur. Süper marketler yaygınlaşmaya başlayınca belediyeler de tanzim satış mağazaları açmaya başladılar. Hatta Ege Belediyeler Birliği 80 başlarında tanzim satış mağazaları zinciri oluşturdu, Tansaş adıyla doğan bu zincir halk tarafından o kadar benimsendi ki, tanzim edilen tüketim mallarının ucuza halka verilmesi, üreticiden tüketiciye aracılı satış sloganıyla çıktılar. Sosyal içerikli bu sloganla ortaya çıkan Ege Belediyeler Birliği'nin yöneticisi o zaman İzmir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur'du ve belediyeye ait Tansaş zincirinin ilk genel müdürlerinden biri de rahmetli Ahmet Priştina oldu. Böylece bu mağazalar toplumda güvenilir alışveriş odakları olarak kabul edilmeye başlandı. Zamanla kendilerini de geliştirdiler. Ve özellikle de yan aktivitelerle, sinema, kültür faaliyetleri, çocuklar için oyun merkezleri gibi yan fonksiyonlarla toplumun boş zamanlarını da geçirebilecekleri yerler haline geldiler. Türkiye'de hızla yaygınlaşması ise başlangıçtaki bu sosyal içerikten çıktı, zaten öteden beri bir tüketim toplumu olarak yaşamakta olan Türk toplumunun bütün birikimlerini ve kredi kartlarıyla sağlanan olanakları değerlendirmek üzere bir akım başladı. Fakat esas dikkat çekmek istediğim nokta şudur, özellikle son 5- 6yıl içinde kent merkezlerine yakın yerlerde kurulan alışveriş merkezleri, hemen hemen tamamında ya aynı zamanda konut ya da ofis üniteleri olan ek binalar ile birlikte yapılmaktadır. Yani baktığınız zaman sadece alışveriş merkezi değildir. Sadece alışveriş merkezi olan yerler Gima, Carrefour gibi yerler aslında bu kadar hızlı yayılmamaktadır. O tür merkezler geniş otopark alanlarına sahip alışverişe imkan sağlayan üniteler olarak daha bir kent kenarlarında yer almaktadır. Ama kentin merkez semtleriyle doğrudan ilişkili olan bölgelerinde kurulmak istenen alışveriş merkezleri aynı zamanda konut ve ofis üniteleriyle birlikte inşa ediliyor. Bu şöyle bir eğilimin ortaya çıktığını gösteriyor: bir yandan konut yapıp pazarlama, emlak pazarında yer almak, bir yandan ofis yapıları yaparak yüksek kira gelirleriyle sektörü sürdürmek, diğer yandan da alışveriş merkezi kurarak hem bölgenin hem kendisinin potansiyelini değerlendirmek gibi bir durum var. Eskiden "alışveriş merkezi büyük olsun, İstanbul'un her yanından insan gelsin" anlayışı hakimdi. Şimdi bunun yerine "lokal olsun, çevresinin ihtiyaçlarını karşılasın" fikri mi benimsendi? Alışveriş merkezinin hem o bölgenin hem de kendi yarattıkları ihtiyaçları karşılaması söz konusu. Bugün 300 ofisi, 150 dairesi olan sitelerde alışveriş merkezi yapılıyor. 300 ünite demek önemli bir sayıda insan demek. 2000 kişi bugün bir belediyedir. Bunlar zaten orta ve yüksel gelir gruplarına, alışveriş potansiyeli yüksek olan gruplara hitap eden ünitelerdir. Alışveriş merkezi de onların tamamlayıcı bir parçasıdır. İkincisi imar yetkisi almak için yapılıyor alışveriş merkezi. Bugün İstanbul plansız bir kent değil aslında. Parça parça her yerin planı vardır. Kentin neresine giderseniz gidini mutlaka bir imar planı vardır. Ama o imar planları kentsel bütünlük göz önüne alınarak yapılmamıştır. Bölük pörçük yapılmıştır, kentteki imar planlarını yanyana getirdiğinizde bir kaosla karşılaşırsınız. Bütün kenti disiplin altına alacak, yönlendirecek bir planla karşılaşmazsınız. Dolayısıyla aslında Türkiye'de planlı bir plansızlık yaşanmaktadır. Böyle bir oluşumda özellikle ticaret alanlarında, emlak çekiciliği artmaya başladı. Çünkü ticarete ayrılan alanlar kentlerin merkezleridir, altyapıları olan, ulaşımı olan bölgelerdir. Ticaret alanı hep merkezde ayrılır, şehircilik kültüründe de buna MİA (merkezi iş alanları) denir. MİA'lar aynı zamanda insanların yaşamak için de cazip buldukları yerlerdir. Dolayısıyla oralarda iş merkezi ya da alışveriş merkezi olarak onaylıdır projeler, o şekilde izin alıp onun içinde konut, ofis, gibi pazarlamaya dönük yapılaşma yaygın olarak başlamıştır. Özellikle Büyükdere caddesi üzerinde bir yığılma söz konusu. Zaten var olan alışveriş merkezlerinin, iş kulelerinin yanına yenileri de yapılıyor. Ve tabii bu yoğunluk, kar payının düşmesi, ulaşımın kilitlenmesi gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Bu yığılmadan yatırımcıları bu bölgeye yönlendiren danışmanlar mı sorumlu? Yatırım danışmanları şehircilik ilkelerini gözetmezler. Onlar için önemli olan yatırımın ekonomik açıdan maksimum rasyonellikte olmasıdır. Geliri yüksek bir yatırım, anaparasını çabuk karşılayıp kısa zamanda kara geçecek olması önemlidir. Ama bu bazen kentin şehircilik ilkeleriyle çelişebilir. İşte bu çelişkiye rağmen acaba projeyi gerçekleştirmek mi gerekir yoksa şehir planlama ilkelerine uymak mı gerekir? Cevap "elbette ki uymak gerekir" ise bunu denetleyebilecek tek kurum belediyedir. Belediye planlama ilkelerine hassas, özenli yaklaşırsa bu tür yapılara ruhsat verirken daha dikkatli olur. Ticaret alanında konuta yönelik yatırım yapmalarına karşılık önlemler getirir. Ve bu her isteyenin her yerde kule şeklinde daireler konutlar yapmasına da engeller. İstanbul'da gökdelen konutlar türedi. Gökdelen dünyanın hiçbir yerinde konut işlevli değildir, ofis işlevlidir, otel işlevlidir çünkü 35. katta konut olmaz. Zaten gökdelen, binlerce kişinin aynı binada çalışmasını gerektirecek sektörel gelişmelerin ortaya çıkarttığı bir yapı tarzıdır. Bunu toprakta yatay yapamayacağınız için, asansör sayesinde kurulan düşey sirkülasyonla kotarılan gökdelenler, az yer kaplaması açısından ticaret amaçlı kullanımlar için uygundur. Ancak gökdelenlerin şehirler açısından en önemli sorunsalı yer seçimi ve altyapı dengelerinin kurulmasıdır. Bu alanda en etkili uygulamalardan biri olarak Paris'teki Défense bölgesi örnek gösterilir, çünkü gökdelenlerin yer seçimi yapılırken kente getirecekleri altyapı yükünün kenti olumsuz etkilemeyeceği yerlerin seçilmesi esastır. Ulaşım olanaklarının baştan çözülmesi esastır. Ancak bizde örneğin Taksim-Levent metrosu ilk planlandığında Zincirlikuyu-Maslak hattı gökdelen bölgesi değildi, iki katlı bahçeli evler bölgesiydi. Öngörülen nüfus şu andaki nüfusun 40'da biriydi. Orası ormanılk alandır, İstanbul'un sırtlarında yer aldığı için, siluetini etkilemektedir. Metronun inşaatı bitmeden orası gökdelenle doldu. Metronun kapasitesine veri teşkil eden doneler değişti ve orada çok yüksek yapılı binalar oldu. Şimdi metro planlanmadığı halde uzatılıyor Maslak hattına doğru. Ama metro bile yetersiz kalacak, enerji, altyapı, ulaşım açısından... Belediyeler için gökdelenler prestij unsuru mu? Neden onay veriliyor? Belediyelerin bunlara onay veriyor olmalarının sebebi bunları yapan kesimlerin ekonomik güçlerinden kaynaklanan siyasal nüfuzlarıdır. Ayrıca bunun göstergelerinden biri şudur. Bu tür büyü mağazaların artık kent içinde değil, kent dışında yapılmasını öngören, Avrupa bunu 10 yıl önce 1995te başladı. 95'ten beri AB'ye bağlı tüm ülkeler büyük alışveriş merkezlerini kent dışına çıkarıyorlar ve 2015 yılına kadar da AB kentlerinde kent içinde alışveriş merkezi kalmayacak diye hedef belirlenmiştir. 95'te AB iki şeyi başlattı, birincisi alışveriş merkezinin kent dışına çıkartılması, ikincisi bütün raylı sistemlerin hızının ve kapasitesinin yüzde 40 artırılarak yenilenmesi. Şu andaki sistem yeterli aslında ama o bile yetersiz görülerek elden geçiriliyor. Bu kararların aynı kampanya içinde sürdürülmesi çok anlamlıdır. İstanbul'da bu ikisinin de olmaması, yani toplu taşımanın yetersizliği ve alışveriş merkezinin kent içinde altyapısı yeterli olmayan bölgelerde yapılması, kenti olumsuz etkileyen faktörlerdir. Planlama gözetilmeden yapılıyor. AB uyum sürecinden etkilenerek, alışveriş merkezinin kent dışına yapılmasını öngören yasa tasarısı tam 4 yıldır bekliyor. Bundan 6-7 ay kadar önce Sanayi ve Ticaret Bakanı, çok açık konuşarak dedi ki "biz bu yasa tasarısını TBMM'ye getireceğiz ama her seferinde ricalarla karşılaşıyorum". Bu ricayı yapan kim? Alışveriş merkezlerini kuranlar... bu rica bitmez ki.. bitmeyeceği için sürüncemede kalır. Çözüm bu yasanın çıkmasıdır. Bu olay "kahraman bakkal süper markete karşı" edebiyatıyla da ilgili bir şey değildir, çünkü bakkalın kendine has bir yeri var, ne yaparlarsa yapsınlar mahalle bakkallarını yerinden edemezler. Ancak şuna dikkat etmek lazım, İstanbul özellikle tarihi çarşılarıyla, pazar yerleriyle ünlüdür. Bunları yaşatmamız lazım. Bunlar toplumun ruhudur, kent toplumunun beslendiği alanlardır. Bugün bence Beşiktaş Çarşısı'nda alışveriş yapmak Akmerkez'de alışveriş yapmaktan bin kat daha keyifli ve insancıldır, insana toplumsal bir varlık olduğunu, en önemlisi İstanbullu olduğunu hatırlatır. Özellikle Kanyon'dan sonra, alışveriş merkezi mimarisinde üstü açık alışveriş merkezi tasarımları dikkat çekiyor. Bu anlamda alışveriş merkezleri sokakların yerini alabilir mi? Şunu unutmamak lazım ki, Kanyon'un yanında kocaman bir ofis kulesi de var. Ben şunu merak ediyorum, yanına bir ofis kulesi ya konut kulesi kurmadan, sadece alışveriş merkezi yapabilecek bir babayiğit var mı? Varsa ben tüm bu söylediklerimi geri alacağım. Bunların tamamı ofis ve konut pazarlama stratejileridir. Bir konut çok lüks olabilir, otel hizmeti de verilebilir ama Türk toplumunda buna kaç kişinin ihtiyacı vardır? Dubai kuleleri neden 300 kat yapılmak isteniyor? Çünkü dünyaya Boğaziçi manzaralı daire satmak istiyorlar. Geçenlerde TOKİ ile özel sektörün müşterek yaptığı bir konut projesinin broşürünü inceledim, şöyle bir söz vardı "bütün cephelerden deniz görülebilir". Bu nasıl olur? İstanbul'da yüksek bir kule yaparsanız görürsünüz. Bütün cephelerden deniz gören dairelerin pazarlanmalarının ihtiyacından doğan bir kuleleşme yaşıyoruz İstanbul'da. Yani bazı batı kentlerindeki gibi gerçekten fonksiyon olarak, amaca uygun kuleleşmek mecburiyetiyle olan bir yapılaşma değil bu. Bu bir emlak pazarlaması, rant pazarlaması sonucunda bu kuleler ortaya çıkıyor. Dubai kulelerini yapan prense kuleleri Kartal'a yap dediler, istemedi. Neden? Çünkü Kartal'da Boğaz manzarası yok ama Levent sırtlarında var. Dünyada nasıl bir eğilim var? Uzakdoğu'da da kuleleşme var. Meslektaşlarımız bu projelere sıcak bakmaya başladılar, onları da kırmak istemem ama bunlar sömürge projeleridir, sömürge mimarisidir. Günümüzün müstemleke mimarisidir. 2010 yılına kadar 100 alışveriş merkezi daha yapılacağı ve yabancı yatırımın da bu pazarda önemli yer edineceği söyleniyor. Bu anlamda bir sömürgeleşmeden bahsetmek mümkün mü ? Evet vaziyet her açıdan aynı. Ancak buna karşı doğru kentleşmeyi savunabilecek güçler de giderek azalıyor. Özellikle meslek odaları bu konuda çok yalnız kalmaya başladılar. Siyasi partiler arasında konuyu derli toplu tartışabilen de pek yok. Hiçbirisi toplumu uyarıcı bir söylem geliştirmiyor. Ayrıca üniversitelerin bu konudaki suskunluğunu üzüntüyle izliyorum. Eskiden üniversitelerde senatolar kararlar alırlardı, bu kararlar kamuoyuna duyurulurdu, Türkiye uyarılırdı. Şimdi üniversiteler daha çok siyasi kararlar alıyorlar. Şehircilik ve mimari okullarının bu rezaletlere karşı seslerini yükseltmeleri gerekiyor. Bugün Türkiye'de özellikle İstanbul'da mimariyi siyaset belirliyor. Siyasi beklentiler ve kararlar planları , hatta mimari tarzları belirliyor. Buna karşın her iki mesleğin etiğini toplumsal sorumluluklarını öncelikle savunması gereken kurumlar üniversitelerdir. Şu anda daha çok İstanbul'un Avrupa yakasında yapılan yatırımlar dikkat çekiyor. Anadolu yakasında neler olacak? Anadolu yakasında da bir çok alışveriş merkezi başladı zaten hatta daha da yaygınlaşabilir çünkü Anadolu yakası mesken alanıdır. İnsanlar iş merkezi, ofis binaları gibi tamamlayıcı unsurlardan arınmazlarsa Avrupa yakasını tercih edeceklerdir. Arınırlarsa Anadolu yakası öne çıkacaktır. KC Grup'un televizyon reklamlarında " kent merkezinde yaşamanın en iyi yanı nedir? Alışveriş merkezine yakın olmasıdır" diyor bir dışses. Bu , şehir planlama artık kent merkezine yakın olan alışveriş merkezine göre belirlenecek anlamına mı geliyor? Ya da arka arkaya açılan alışveriş merkezleri şehir plancılarının hayatının asıl değiştirecek? Yasanın çıkması lazım. Toplumsal istek ve kamuoyu baskısı oluşursa çıkması lazım. İktidarın bu konudaki ricacıları dinleme süresi sona ermeli. Biz geleneklerimize bağlı bir toplumsak geleneksel pazar yerlerimizi bu tür rakiplere karşı korumamız lazım. Oralardaki yaşantının kent bütününe yansıması için çaba göstermemiz gerekiyor. Bazı belediyeler pazar yerlerini hijyenik nedenlerle kaldırmak istiyorlar. Bu nedenle bir Pazar kaldırılamaz, orası daha hijyenik bir hale getirilebilir, yeniden düzenlenir. Bunlara karşı toplumun duyarlı olması gerekiyor. Alışveriş merkezlerinde yoğunluklar belirlenirken imar planlarına tartışılması gereken maddeler koyuyorlar. Örneğin zemin altındaki katlar emsale dahil edilmiyor. Bir bakıyorsunuz yerin altında 10 kat, yerin üstünde 5 kat. Ancak o yerin altındaki katlar esas yoğunluğu çekiyor. Cafeler, sinemalar, dükkanlar gibi sosyal fonksiyonlar var. Bütün bunlardan arınmak gerekiyor. Ama hepsinin ötesinde imar disiplini sağlayabilecek, bu arsa ve emlak rantına değil de sanayileşmeye önem verecek siyasal düşüncenin hem ülkede hem kentlerde egemen olması gerekiyor. Mimarın üstüne ne düşüyor alışveriş merkezi tasarımında? Rem Koolhas " biçimsel olanla toplumsal olan arasında makul bir ilişkiyi yeniden icat etme arzusuyla alışveriş merkezi yapıyorum" diyor. Türkiye'deki mimarlar boyle bir sorumluluk taşıyorlar mı? Geçenlerde bu konudaki düşüncelerimi yeniden gözden geçirmek için özel olarak Kanyon'a gittim. Son zamanlarda popüler olan Kanyon'a baktığım zaman, tabii ki her tarafı kapalı olan diğer alışveriş merkezlerine göre çok daha iyi. Rüzgar yönü hesap edildi edilmedi önemli değil. Önemli olan dış mekanla iç mekan arasındaki ilişkiyi, o meydan ve sokak havasını vermeye çalışan bir çaba olması. Bu hoş. Ama sonuç olarak yine insanların sadece alışveriş yapmak ya da hiçbir şey yapmamak için tercih ettikleri mekandan öteye geçemiyor alışveriş merkezleri. Siz her ne kadar sinema, tiyatro vs koysanız da baskın olan alışveriştir. Tüketici kültürü olarak bu baskın görüş toplumdaki düşünceleri de olumsuz etkiliyor. Eğer sinemaya gidilecekse dosdoğru bir sinemaya gidilir, tiyatroya gidilecekse tiyatro salonuna gidilir. Ama hem alışveriş yapalım hem sinemaya gidelim, hem panel dinleyelim, hem yemek yiyelim, yani herşeyin yanına bir alışveriş yapalım'ın eklenmesinin kutsal olmadığı görüşündeyim. Bu tartışmalı ilişkinin, insanın dünya görüşünün olgunlaştırılmasında olumsuz etkiler yapan bu ilişkinin tutup diğer kültürel faaliyetlere eklemek, daha doğrusu bu kültürel faaliyetleri alışverişe ataşlamak tartışılması gereken bir konudur. Mimarlar elbette ki müşterilerinin kendilerine verdiği programı tasarlamak gibi bir mecburiyet içindeler. O nedenle mimarların bağımlı oldukları alanda meslek etiklerini savunmak görevi de meslek odalarına düşüyor. Profesyonel yaşantı içinde bu pek güçlü olamıyor maalesef. Kanyon'un Dubai'de ekonomik ödülü verilmesini çok ilginç buldum. Bir başka ilginç bulduğum nokta ise bu ödül haberinin Türk gazetelerinde ekonomi sayfalarında yer almasıydı. İlk kez bir mimarlık ödülü, sanat sayfalarında değil ekonomi sayfalarında yer aldı. Yani mimariyle ekonomik beklentiler arasındaki ilişkinin giderek ekonomik çıkarların ağır bastığı bir çizgide ilerlemesinin önemli bir gösterge olduğunu düşünüyorum. Kanyon'un mimarını mimarlığından ötürü ben de kutluyorum, alışveriş merkezlerindeki içe kapalı, mono blok anlayışı kıran farklı bir bakış açısı getirdiği için teşekkür ediyorum. Yüz akımız olan bir mimarımızdır, müşterinin istekleriyle kendi çizgisini buluşturmakta yapabileceğinin en fazlasını yapmıştır diye düşünüyorum. Siz hangi alışveriş merkezine gidiyorsunuz? Ben gitmiyorum. Çarşıları, pazarları geziyorum. Vakit buldukça hala Kapalıçarşı'yı gezerim. Özellikle de semt pazarlarını çok severim. Kadıköy pazarını, Beşiktaş Pazarı'nı, Balık Pazarı'nı çok severim. Bir giysi alırken Şişli - Taksim arasında dükkanlara bakarak gezmek Akmerkez'de gezmekten çok daha keyifli. |