Doğa, mezarlık yapmak için Hemşinlilere geniş düzlükler bahşetmez. Yaşarken olduğu gibi, ölümden sonra da engebeli araziye muhtaç eder onları. Lakin işi yokuşa sürdüğünden değil, zıt olan kavramları bir arada tutmak istediğinden. Ölüyü ve canlıyı birbirinden ayırmadığından, ölümü ve yaşamı kardeş kıldığından... Bir de ağızdan ağıza bir rivayet dolanır, evlerin bahçesindeki mezarlara dair. Rivayet odur ki Hemşinliler, her ne kadar Müslümanlığı kabul etseler de Müslüman mezarlığına gömülmek istememişler vakti zamanında. İçten içe korkmuşlar, son mekânlarının Müslümanlara ait bir toprak parçasında olmasından. Ebediyete kadar evlerinin bahçesinde huzurla uyumayı tercih etmişler, mezarlıkta huzursuzca yatmak yerine. İşte bu yüzden, iç içedir Hemşin'de ölüm ve yaşam mekânları, bu yüzden bahçenin bir yanında ev, diğer yanında mezar vardır. Evlerin ve mezarların birlikteliği sadece mekânsal değildir, aynı zamanda yazgısaldır da. Evler de mezarlar gibi yalnızdır Hemşin'de.
‘Sonbahar'ın yönetmeni Özcan Alper, filmde evlerin çok önemli olduğunu söylüyor: "Kestane ağacından yapılmış Hemşin evleri, Doğu Karadeniz mimarisindeki en önemli ögelerden. Osmanlı döneminde Hemşinliler sınırın diğer tarafıyla daha içli dışlıymış, çalışmak için İstanbul'a değil de St Petersburg'a, Moskova'ya, Batum'a giderlermiş örneğin. Kazandıkları paralarla da bu büyük konakları yapmışlar. Zamanında kalabalık aileleri barındıran bu evlerin durumu şimdi çok kötü. Yaralı insan gibiler, bir tarafları çökmüş. Aslında Hemşin evleri yok olan kültürden ve coğrafyadan da derin izler taşıyor. Zaten ‘Sonbahar', 90 kuşağına yakılmış bir ağıt değil; Doğu Karadeniz'in kültürüne, coğrafyasına ve insanlarına yakılmış bir ağıt aynı zamanda."
(Karadeniz Sahil Yolu)
Kültürün coğrafyayla iç içeliği, Hemşin mimarisinde somutlaşır; mekânların bir cephesi başka diğer cephesi başka hikâyeler taşır. ‘Sonbahar'da dile gelir mekânlar. Ana ocağının görünen yüzünde Yusuf'un öyküsü ve yalnızlık vardır, görünmeyen yüzünde ise Hemşin'in kültürü.
Hemşinli gençler büyük şehirlere göçerler, evlerin payına ise yaşlı teyzelerle birlikte beklemek düşer. Babalar mezarlarında gözlerler gidenin yolunu. Giden bir türlü gelmez. Tavan arasında unutulan tulumların sesi, yaraları kanatır. Kışın sıcak, yazın serin tutan kestane ağacı, göz yaşından kararır. Yağmura ve yangına karşı zaten dayanıklı Hemşin evleri, yalnızlığa da alışır.
‘Sonbahar'da duyduğumuz, annenin oğluna yaktığı bir ağıt değildir sadece, ağıt Karadeniz'e de yakılır aynı zamanda. Doğanın çığlığıdır. Makinelere karşı gelemez doğa ve o hırçın coğrafya bilmem kaç kilometrelik Karadeniz Sahil Yolu'na, yolun kenarında oluşan ranta kurban edilir.
İskelenin berisinde, yol için sahili dolduran iş makinelerinin silüeti, iskelenin yalnızlığını daha anlamlı kılar. Köylülerin, turizmin yöreye sağlayacağı katkı yolundaki konuşmaları ise içimizi burkar. Sadece doğanın katledilmesi demek değildir bu çünkü, insanların katledilmesi, insan bilincinin de kirletilmesidir, Karadeniz'i yok etmektir. Doğayla birlikte var olan Karadeniz insanını yok etmektir. Yusuf ve Mikail'in yaylaya çıkarken, minibüse aldıkları amca, minibüsten indikten sonra ağaçların arasında nasıl gözden kayboluyorsa, Karadeniz insanı da öyledir işte; doğaya karışır.
Hikâyelerini duymak için ille de oraları görmek gerekmez. Sesler ve hatıralar mekânları anlatır zaten. Topluca atılan adımlar cehennemi, tek bir fotoğraf üniversite yıllarını hatırlatır. Bir koridor ve hapishane reviri ile sıcak, edilen tek bir cümleyle sınırın ardı aklımıza düşer.
Bir hapislik biter, bir diğeri başlar. Yusuf'un çilesi bitmez... Karla kaplı dağların, sisli tepelerin, yeşil yamaçların çevrelediği Karadeniz doğal bir hapishaneye dönüşmüştür çoktan. Lakin Yusuf, içeride hapis olmaya o kadar alışıktır ki, dışarının hapisliği ağır gelir ona. Rüzgârın etkisiyle açılmış pencereyi bile yadırgar. Elleriyle kapatır nefes alacağı tek deliği; doğada hapis olmaktansa odada hapis olmayı yeğler...
Ciğerleri ölüm orucunda, ruhu ise 19 Aralık'ta yaralanan Yusuf için özgür olunabilecek tek yer, çocukluğunda atların peşinde koştuğu yayladır artık. Ateşin başında masalların anlatıldığı, horonların tepildiği yayla gecelerinden birini yaşayamayacağını bilir elbet. Mevsim de uygun değildir, ama yine de çıkmak ister yaylaya. Bedeli kısacık kalan ömrünü daha da kısaltmak bile olsa, karla kaplı yaylanın, özgürlüğün kucağına bırakır kendini...
Yıllarca beklenen Yusuf, beklenmedik bir anda çıkagelmiştir. Peşinde ‘uğursuz' bir kargayla. Yusuf yaylaya çıkar, Yusuf aşık olur, Yusuf gitmek ister, peşinde hep o lanet karga. Ve Yusuf tamir ettiği tulumu çalmaya başlar; lanet karga bunu fırsat bilip Yusuf'un omzuna konar. Kırmızıya boyanmış cenaze alayı soluk soluğa tepeyi tırmanırken, evlerin ve mezarların birlikteliği daha çok göze çarpar. Bu da mekânsal değil, yazgısaldır aynı zamanda. Evlerde de hakim olan; mezarlar gibi sessizliktir.
Yazı, Radikal Gazetesi'nin 10.01.2009 tarihli cumartesi ekinde yayımlanmıştır.