Ev, her gidenle beraber gitmek ister, ama ona yol gözlemek düşer. Gidenin aklı evde olmasa bile, evin aklı gidendedir. Sözler mektuplardan taşar, ev gidenin mektubunu saklar. Giden ise masal kahramanlarının yazgısına ağlar. Uzay ve zamanın eğilip büküldüğü "mekan"larda insanlık tariflenir, bir bakarsın umut adına bir arpa boyu da olsa yol gidilir. İnsan, mekana hayat verir, mekan ise insana kısacık zaman...
Yaşamının baharında, daracık bir odada "yaz" kuraklığı çeken Yusuf'un "sonbahar"ı, kendisinden önce varıyor memleketine. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında tanışıyoruz Hopa çarşısı ile. Saçakların altında dinmesini bekledikleri yağmur, Hopalılar için ne kadar olağansa Yusuf için de öyle. Yaşanan sadece kendi sonbaharı değil belli ki; Yusuf dingin, telaşsız.
Acıdan ahşabı kararmış ana ocağı, ufak bir dokunuşla ardına kadar açıyor kapılarını. Yılların hüznü kapının ağzına birikmiş, tanıdık mekanlara Yusuf'suz zamanlar çökmüş... Anne ağlamaklı. Yusuf ise ne geçmişe, ne de şimdiye ait; sessiz.
"Yeşil" tepelere "sis" çökmüş
Yıllarını geçirdiği dört duvarın ardından doğanın kucağına bırakıyor kendini Yusuf. Ciğerlerini değil, ama ruhunu dağlarla, karlarla kaplı yaylalarla onarmaya çalışıyor, yeşille kaplı dik yamaçlarla… Lakin nereye baksa olmuyor, tepeler sisli. Vadi dar geliyor Yusuf'a. Mikail'in dediği gibi "orası da başka türlü bir hapishane" çünkü. Anne pencereden oğlunu izliyor. Oğlu susuyor.
Aralık sıcağı
Yaşamın akışına kendini bırakamıyor Yusuf. Geçmişine yabancı. Çocukluğunun geçtiği evi yadırgıyor. Sanki bastığı her yer aynı. Masa başında değil diken üstünde yiyor yemeğini. İçerisi de dışarısı da bir sanki. Uykusunu bölüyor açık pencereler. Sabahları kimsesiz kargalar bağırıyor, geceleri ise on yıllık çığlıklar yankılanıyor...
19 Aralık Yusuf'a soğuğu değil, sıcağı çağrıştırıyor artık. Masum ev terlikleri ile de olsa, topluca atılan her adım, askerlerin postallarını hatırlatıyor... Postallar kabus olup Yusuf'un üzerine çörekleniyor. Bir türlü kurumuyor Yusuf'un kabuslarının teri. Doğduğu köyde, yavaş yavaş ölüyor Yusuf, kimseler bilmiyor.
"Mekanı, mekan yapan detaylardır" derler ya, işte yıllarca dört duvarı mekan eyleyen Yusuf'a ağır geliyor bütün olanlar. Yine de sadece bir kez bağırıyor Yusuf, kör kuyulara bağırıyor, yankısı bize ulaşıyor.
Sınırın bir yanı Eka, öte yanı Mikail, üstü Yusuf
Yine de yaşama tutunma çabası ağır basıyor. Belki de içindeki umut, inceden inceye yeşeriyor, son zamanlarını yaşasa bile... Komşunun oğlu Onur'a matematik çalıştırıyor, tavan arasında bulduğu tulumu tamir ediyor. İlçeye pek gitmek istemiyor. O kalabalığı da yadırgıyor çünkü. Lakin bir seferinde, sosyalizmin çöküşüne tanıklık etmenin çaresizliği içinde Türkiye'ye gelip fahişelik yapmak zorunda kalan Eka'yı görüyor. "İlçe kitapçısı" diye tanımlayabileceğimiz kırtasiyeci dükkanlarından birinde, belki de ilçenin tek kırtasiye dükkanında rastladığı Eka'yla, çocukluk arkadaşı Mikail'in ısrarı üzerine gittiği meyhanede tanışıyor Yusuf. Sonra da ruhu zamanın bilinmeyen bir parçasında devinip duran Eka'ya aşık oluyor. Hem de; gitmek ya da bedeninin olduğu yerde kalmak arasından, gitmeyi seçen Eka'nın peşine düşecek kadar...
Mikail "doğru ya da yanlış bir sosyalizm vardı, şimdi o da kalmadı" diyor Yusuf'un ısrarıyla gittikleri yayla evinde. Mikail umutsuz. Rusya'da sosyalizm hayalleri biterken, Mikail'in de kendine dair hayalleri bitmiş çünkü çoktan. Sıkışmış kalmış dik yamaçlar arasına. Ne hızardan geçirdiği ağaçların kokusu fayda etmiş yalnızlığına, ne de rakı kokusu. Yusuf için özgürlüğü temsil eden yayla evi Mikail için belki de hiçbir şey ifade etmiyor. Sıkışmışlığını, hapisliğini her yere taşıyor Mikail, asıl O'nun hapisliği daim.
Kış ölümü getiriyor
Yaşam sanki Eka'sız akıyor, O ise yaşamın akışını izliyor. Kaldığı otel odasından, camların ardından bakıyor Karadeniz'in hırçın dalgalarına, Yusuf o dev dalgaların üzerine yürüyor; ölümün üzerine yürüyor, yaşamın üzerine yürüyor, aşkın üzerine yürüyor. Dev dalgalar, beton iskelenin boyunu aşıyor, Yusuf'un boyunu aşıyor, Yusuf durmuyor...
Tepelerin sisi iniyor köye ağır ağır. Aralık sıcağı içimizi yakıyor. Tulumun sesi değil annenin dinlediği. Evlerde hüzün, dağ başlarında efkar. Yusuf'un son nefesi yankılanıyor dağlarda. Yıllar, ağıtlara karışıyor; ağıtlar, Yusuf'un tabutuna eşlik ediyor...