Merakımı cezbeden bir projeniz de Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu Yarışması'na sunduğunuz proje…
Yarışmalara gerçekten çok büyük önem veriyoruz, çünkü iş hayatımıza baştan başlamamızı sağlayan önemli bir faktör. Ulvi Cemal Erkin için de gece gündüz çalıştık açıkçası. Yarışmalarda mimarın hakimiyeti çok ön planda oluyor. Sizi bağlayan unsurlar yok, dolayısıyla objektif düşüncenizi tamamen kaybediyorsunuz. Çok fazla kendinize dönüyor ve kendinizi yüceltmeye başlıyorsunuz. Konudan ne kadar uzaklaşmaya çalışsanız da, gece gündüz bunun üzerinde çalıştığınız için görüşünüz bulanıklaşıyor ve olaya çok fazla bağlanıyorsunuz. İnsanların, yaratım sürecinin neden olduğu bu gelgitleri anlayacağını düşünüyorsunuz. Tabii ki takdir edip anlayacaklar ve sizi birinci yapacaklar (gülüyor). Böyle korkunç bir noktaya varıyor yani olay. Derece alamayınca gözlerinize inanamıyorsunuz. "Demek ki orada seçilen kriterler daha farklıydı. Ben bu kriteri göz ardı etmişim, olabilir..." diye hayatınıza devam etmek çok zor. Neden takdir edilmediğinizi anlamaya çalışıyorsunuz. Sanki dünya sizin yaşadıklarınızı anlamak zorundaymış gibi… Ulvi Cemal Erkin Yarışması'nda bu koşulları yeniden tecrübe etmiş olduk…
Ama sonuçta herhangi bir küskünlük süreci olmamış, zira yarışmalara katılmaya devam ediyorsunuz.
Küskünlük olmuyor. Bu aslında tamamen kendinizle ilgili bir durum. Kendinizi çözümlüyorsunuz o anda.
Rutin iş yükünüz içinde yarışmalara ne kadar zaman ayırabiliyorsunuz?
Yarışmalar hayatımızın bir parçası olduğu için asla unutamayacağımız ve asla geri plana atamayacağımız bir şey. Yarışmalara hiç katılmamayı doğru bulmuyorum çünkü arada bir kendinizle baş başa kalıp, bir konuya tamamen konsantre olmak çok önemli bence. Bir mimarın bundan kurtulması da iyi bir durum değil aslında. Önemli olan dengeyi kurup, kendinizi çok fazla işin araçlarına kaptırmamak.
"Artık belli bir olgunluğa eriştim, bundan sonra yarışmaya dahil olacaksam jüri olarak katılırım" düşüncesini savunanlar var mesela.
Başkalarını seçmek de iyi ama yarışmacı olmak ayrı. Mimarlıkta bir şeye tamamen karar verip o yönde ilerlemenin bir anlamı yok çünkü hayat sürekli değişiyor. Burada jürisinizdir, orada yarışmacı.
Yani ofisin yaşıyla ilgili bir durum değil diyorsunuz.
Evet, insanın zihinsel yapısıyla ilgili belki de. Sonuçta eninde sonunda yapılan iş kazanıyor. Eurovision'da da bunu görüyorum. Tamam, belki politik olarak herkes kendine yakın olana oy veriyor ama sonuçta en çok oyu alan kazanmıyor mu? Yani dünyada herkesin sevdiği bir ülke mi var? Demek ki çoğunluğun oyunu aldı.
Karşı çıkış bir terapi gibi aslında. Mimarların terapisi de böyle oluyor: "Bu kapitalist dünyada tabii ki yükselen değer olacak halim yok". Ya da jüriyi hatalı bulmak: "Ben aslında çok süper bir proje yaptım ama jüri anlamadı". Tamam, belki bir yarışmada bu böyle olabilir ama bir ömür boyu da olmaz. Bu kadar mı talihsiz yani? Ama bu genelde bir bakış açısı. O sırada çok fazla hayal kırıklığı yaşamışsanız, daha fazlasını reddedebilirsiniz.
"Yarışmaya girmiyorum, çünkü yarışma piyasası böyle. Ödüle başvurmuyorum çünkü ödül piyasasının durumu ortada". Bu tür konjonktürel yaklaşımlar insanı tamamen pasifize edecek şeyler ve hiçbir getirisi yok.