"Yaşam mekanlarının insan ölçeğinin dışına çıkmaması gerekiyor"

27 Eylül 2019

NK: Yapı ölçeğinden kent ölçeğine gelecek olursak, bir süre ben de Mecidiyeköy'de çalıştım. Sizin de ofisiniz senelerdir burada, İstanbul’un en yoğun, düğüm noktalarından birinde. Mecidiyeköy perspektifinden İstanbul’daki gelişimi, değişimi ve bu kalabalıklaşmayı bir mimar olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

EK: Şehrin siluetinin değişimini kimsenin keyifle izliyor olmasının ihtimali yok. Ben daha dün, yanda bir eczane var, eczacıyı 42 yıldır tanıyor olduğumuzu fark ettim. Çünkü çok önceden evimiz de buradaydı ve ben buraya 8 yaşındayken gelmişim. Bizim bu bölge aslında Mecidiyeköy’ün ve kentin karmaşasından biraz uzak, onun için de biz buradan ofis olarak ayrılmayı hiç düşünmüyoruz. Çünkü burası bir mahalle ölçeğine sahip. Mecidiyeköy’ün o büyüklüğünün çok dışında, Ortaklar Caddesi’nin bu bölgesinde o mahalle ölçeği halen korunuyor. Ben halen sokağa çıktığımda yandaki kasaba, karşıdaki kuru temizlemeciye, öteki taraftaki eczacıya “merhaba” diyecek insan ölçeğinde yaşıyorum. Burayı onun için seviyorum.

Şu anda Göktürk’te yaşıyorum. Göktürk’te oturduğum sitede tanıdığım insan sayısı çok daha az. Çok küçük bir yer ama Göktürk’ü de bir anlamda bunun için biraz daha fazla seviyorum, çünkü orası da daha insan ölçeğinde. Sokağa çıktığınız zaman, bir kafede oturduğunuzda, markete gittiğinizde, kasaba girdiğinizde, daha önce gördüğünüz aynı yüzleri görüyorsunuz.

Ben, yaşam mekanlarının insan ölçeğinden çıktığı zaman yaşanırlığını kaybettiğini düşünüyorum. Zaman zaman sürekli projeler arası hareket ediyorum. Tabii ki şehir içinde çok fazla hareket ettiğim zamanlar oluyor. Şehrin içinde oraya buraya giderken öyle projeler görüyorum ki, ben burada yaşasaydım kendimi acaba nasıl hissederdim, ne kadar küçük hissederdim diye çok düşünüyorum. Yapılar o kadar büyük ki, ofis olabilir ama bir konut için fazla büyük olduğunu düşünüyorum. Binlerce daireli bir ünitede ne kadar yaşamak isterdim bilmiyorum açıkçası. O yüzden ben yaşam mekanlarının insan ölçeğinin dışına çok çıkmaması gerektiğini düşünüyorum.

Son zamanlarda çok konuşulan yatay mimari projelerini biz yıllar önce ahşap konut sistemini Türkiye’ye getirirken yapmayı istedik. O sistemi getirirken hedeflerimizden bir tanesi de, bir yandan doğal bir sistem, bir yandan depreme dayanıklı bir sistem uygulamaktı. Öte yandan da o sistem çok hızlı inşa edilir, üretilir bir sistemdi. Dolayısıyla biz bütün proje içindeki konutların temellerini hazırlayıp, bahçelerin çimlerini dahi yapıp, o halde hazır bekletip aynı yurtdışında gördüğünüz “developer”ın yaptığı gibi, sattığınızda 3 ay içinde üstüne getirip binayı koyup teslim edebileceğimiz bir sistem oluşturmayı hedeflemiştik. O zaman konut kredileri Türkiye’de daha yoktu ya da sistem yeni başlıyordu. Bunu yapabildiğiniz zaman konutun finanse edilmesi son derece kolaylaşıyordu. Bizim o sistemi Türkiye’ye getirmekteki en önemli sebeplerimizden bir tanesi de buydu. Dolayısıyla çok kısa sürede hem finansman kaynağı yaratılabilir hem çok insancıl ölçüde bir yaşam alanı yaratma modeli oluşturmak istemiştik. Ancak Türkiye’de maalesef konut için arsa üretimi çok sınırlı olduğundan bu mümkün olamadı. Arsa az ve fiyatları son derece yüksek. Bu tip projeler için biraz şehir dışına çıkılması gerekiyor. Şehir dışına çıkıldığında da altyapı ağının hazır olması lazım ki insanlar rahat rahat işlerine gidip gelebilsinler. Bunlar olmadığı için bu projeleri geliştirmek zor oluyor. O zaman biz bunun üzerine çok ciddi kafa yorup, emek vermiştik. Ama çok ilerleyemedi maalesef. Ama her şeyin insan ölçeğinde olması gerektiğini söylüyoruz. İnsan ölçeği kaçınca keyfi de kaçıyor.


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :