'Flâneuse'ün Varoluşsal Sorunları

Deniz BAŞAR / 01 Eylül 2013
Kent aylağı kadın tipinin icadı ve sonrası; kentli olmak, kadın olmak ve kentte yürüyen kadın olmak üzerine...

Kentte amaçsızca yürümek ve bakmak ile tanımlanan 'flâneurlük' eyleminde özne kadın olursa... Kent aylağı kadın tipinin icadı ve sonrası; kentli olmak, kadın olmak ve kentte yürüyen kadın olmak üzerine...  


Baştan anlaşalım seninle hayali okur. Korkma hiç öyle "ben sana dürüstlük göstereyim, sen de bana şefkat" falan demeyeceğim ağlak erkekler gibi. Asıl diyeceğim şu; bu yazı iyi organize edilmiş bir yazı olmayacak. Anlatacağı şeyi bir ağaç gibi organik, dallanıp budaklanarak bazen de budandığı yerlerini teşhir ederek anlatacak. Dolayısıyla yazar senin çok akıllı olduğunu, leb demeden inciri anladığını hayal ediyor. Birbirimizi hayal kırıklığına uğratmayalım. 

Kadın ve kent çetrefil bir ikili ama bu ikisine girmeden tarih yazan erkeğin, ekmeğini taştan çıkaran erkeğin, kızlarının ve karısının(-larının) namusuna sahip çıkan erkeğin, devrim yapan erkeğin, grev yapan erkeğin, zengin ve fakir, Marksist, liberal, milliyetçi, muhafazakar sonsuz sayıda nesillerce erkeğin kentle ilişkisine değinilmeli. Ve bu ilişkinin 1800'lerde Batı Avrupa'da nasıl modernizme ait pek çok kavramla beraber kent ve erkeğe dair ‘flâneur' kavramını ürettiğini anlamalı.

Flâneuse olarak ben...

Flâneur kimdir? Kente gelmiş ya da zaten kentsoylu olan, parası olmasa da (olabilir de olmayabilir de) zamanı olan ve kentte çoğunlukla yürüyerek dolaşan ve bakan erkektir, flâneur. Dolayısıyla flâneur olmak için erkek olmak, bir adet kent merkezi bulmak ve sebepsizce yürümek gerekir. Sadece yürümek ve bakmak için. Flâneur'ün gizli özneliğini vurgulayan asıl durum ise dikkat çekmemesi, yanibakılan değilbakan olmasıdır. Kavramı ilk olarak Fransız şair Charles Baudelaire tanımlamış, Walter Benjamin ise kurumsallaştırmıştır. Flâneur dediğimiz karakterin bir de kendine has bir iç sıkıntısı vardır, onun adı da spleen'dir. Kentin sürekli devinen ve insan aklının algılayamayacağı kadar kitlesel olan insan akışını izlerken yaşanan sarhoş olma, kendini kaybetme, kimliğini kaybetme ve ezilme-yutulma gibi tanımlanabilecek karışık bir histir bu. İstanbul'un en kurumsal flâneurlük mekanı Galata-İstiklal Caddesi istikameti olup, Beşiktaş ve Kadıköy gibi semtlere de açılan merkezi bir flâneurlük hattından bahsedilebilir.

Türkiye Batı Avrupa'ya göre ‘geç' modernleştiğinden, kırdan kente göç de ‘geç kalmış', dolayısıyla flâneur tipi edebiyatımıza ‘geç' girmiştir. Geç Osmanlı Dönemi edebiyatı içinde Galata-Pera ikilisini ‘turlayan' züppe tipleri ortaya çıkmıştır gerçi (Araba Sevdası'nın Bihruz Bey'i, Aşk-ı Memnu'nun Behlül'ü) ama onlarda ne spleen vardır ne de yürümek için yürümek diye tanımlanabilecek yarı felsefi yarı mastürbatif tat. Gelgelelim Oğuz Atay'ın bahsettiği gibi geç modernleştiği için kahrolduğumuz ‘cennet vatanımızda', öncül-flâneur tipi Garip akımı, özünde Orhan Veli ile başlamış, tam anlamıyla ise Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam romanıyla edebiyatımıza girmiştir. Böylece flâneur'ün bir Türkçe çevirisi olmuştur: aylak.

Tabii bu sırada Türkçe'nin kısırlığına ve ilkelliğine çok üzülen pek çok yazarımız "daha doğru düzgün osu, busu, şusu olmayan" ülkemizde deneysel edebiyat yapmayı elitist ve züppece buldukları için Türkçe'nin cinsiyetsiz yapısının el verdiği özgün edebiyat imkanlarına yeniden yeniden yeniden ‘geç' kalmıştır. Böylece terimin normalde kadını tamamen dışlayan özgün yapısının Türkçe'de kırıldığı fark edilememiş ve kent aylağı kadın tipinin icadı bu sefer frankofon dünyada değil, anglofon dünyada başlamıştır. Bu süreçte flâneuse olarak nitelenebilecek kimi karakterler (Suat Derviş'in Fosforlu Cevriye'si ve Leyla Erbil'in kimi karakterleri), kavram, ‘kadın aylak' olarak Türkçe'ye giremediği için marjinal kalmıştır.

George Sand

Flâneuse'ün tarihçesine geçmeden benim bu kavram ikilisiyle kişisel tarihime değinmek gerek. Flâneur kavramını ilk olarak, 2008-2009 eğitim öğretim yılının bahar döneminde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nün güzide çatı atölyelerinin birinde duydum. Birisi (kimdi hatırlamıyorum), kavramın cinsiyetlendirilmiş yapısını sezgisel olarak fark ederek (birinci sınıftık ve henüz akademik kabiliyetimiz süslü cümleler kuracak kadar gelişmemişti) bununla ilgili bir soru sordu. Orta yaşlı, pek akıllı, süper entelektüel, frankofon ve erkek hocamızın güldüğünü ve kavramın pek tabii erkekçe olduğunu, aksinin pek düşünülemeyeceğini söylediğini hatırlıyorum.

Sonrasında, anglofon dünyada yarım yüzyıllık akademik ve edebi tarihi olan ve kökleri, 1800'lerin erkek kılığına girerek Paris'te yürüyen marjinal tipi George Sand'a dayanan ‘flâneuse' kavramını kendini zorlayarak sıfırdan icat ettiğini ve ‘söylenişinin bile tuhaf' olduğunu belirttiğini hatırlıyorum. Ve son olarak muhafazakar bir kız arkadaşımızın hedefi tam onikiden vuran sorusunu hatırlıyorum: "Kadın aylak yoksa bu kimin suçu, kadınların mı?". Aynı yıllarda güzide akademimizin en yenilikçi, açık fikirli ve umut vaadeden genç hocalarından birinin ağzının kenarıyla "hiç kadın yazar okumadığını" belirtme gereği duyduğunu da ayrıca belirtmek gerek. "Ay ne tatlı."

Kadından aylak olması zordur gerçekten. Çünkü kadın bakan değil bakılandır. Polisin 18. yüzyıldan beri her ülkede gece yürüyen kadınları fahişelik ve salgın hastalık şüphesiyle hastanelere götürmesi sonucu bugün bile flâneuselük her kadının harcı değil, sadece cesur kadınların harcı olmaktadır. İngiltere'de 19. yüzyılda gece sokakta olan her kadının fahişe olduğu endişesiyle doktora götürülmesi polisin görevleri arasındadır ve doktor kontrolü de doktorun, kadının bakire olup olmadığını kontrol etmesi şeklinde gelişir. Flâneur'ün hiçbir zaman bu boyutta yaşamadığı sürekli ve kaçınılmaz bedensel tehdit unsuruna rağmen flaneuselük varolagelmiş ve bir türlü engellenememiştir.


Sonraki sayfada:
"Neden bir kadın Sheakespeare yok?", "Gece yürümek kadının hakkı mıdır?"


İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :