DEĞİŞİKLİK TASLAĞININ GENEL GEREKÇESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ:
1. Taslak öncelikle ekolojik bakış açısından çarpıcı bir yanlışla başlamakta ve gerekçeye aynen şöyle bir giriş yapmaktadır ;
"Deniz, göl ve akarsular ve bunların etkisinde ve devamı niteliğinde olan kıyıların gösterdiği özellikler nedeniyle ulaşım, sanayi, kentleşme ve dinlenme gibi değişik kullanım gereksinimlerini karşıladığından bu alanlar kaynak niteliğindedir. Ancak kaynak bir üretim sonucu elde edilmeyip doğrudan doğruya doğanın bir eseri olması onu doğal kaynak durumuna sokmaktadır."
Yazım hiçbir düzeltme yapılmadan aynen alınmıştır. Buradaki birinci ve ekolojik yanlış, sayılanların ‘kaynak' yahut ‘doğal kaynak' diye nitelendirilmesidir. Denizler, göller ve akarsular birer kaynak değil, birer doğal varlıkdır. Unutulmamalıdır ki, su ve toprak, havanın da varlığı ile yaşamı oluştururlar. Bugün dünyada toprak, bitki örtüsü, yer üstü ve yer altı suları, ormanlar, dağlar, çöller, buzullar, sulak alanlar ( terk edilen adıyla bataklıklar) ve Dünyamızı çevreleyen atmosfer doğal varlık nitelendirilmektedir. Doğal varlık nitelemesi önce "koruma"yı, "geliştirme"yi ve en sonra ‘kaynak' özelliği nedeni ile "yararlanma"yı ve "tüketme"yi içerir. Halbuki ‘kaynak' yahut ‘doğal kaynak' nitelemesi sadece "yararlanma"yı ve "tüketme"yi içerir. Örneğin sadece bir göl; ulaşım ve taşımacılık kaynağı, balıkçılık ve sair su ürünü kaynağı, içme ve kullanma suyu kaynağı, spor, eğlence ve dinlence v.b. gibi bir çok kaynağı içeren doğal bir varlıktır. Bu nedenle TANIMLAMAYA EKOLOJİK veya ÇEVRECİ AÇIDAN KATILMAMIZ OLASI DEĞİLDİR. Ayrıca ‘doğanın eseri olmayan baraj gölleri'ni atladığı için, kapsam açısından ikinci bir yanlışı daha içermektedir.
2. Kıyı Kanunun Anayasanın 43ncü maddesine dayandığının açıklanmasının ardından bir ‘ancak' denilerek dört sorun sıralanmaktadır. Çalışmanın temel mantığını açıklaması açısından yasanın maddelerine geçmeden önce bu dört sorun incelenecek ve özellikle birincisi üzerinde daha ayrıntılı durulacaktır. Birinci sorun adı altında şöyle denmektedir ;
"3621 sayılı Kıyı Kanununda kıyıların oluşumunu sağlayan ve doğal bir kaynak niteliğindeki deniz, göl ve akarsu alanlarının kullanımına ilişkin herhangi bir düzenleme getirilmemiş olması,"
İşte burada olağanüstü bir mirasyedi zekası ile karşılaşmaktayız. Türkiye'nin yüzey suları ile ilgili bir çerçeve yasası yok iken (ki bu konuda benimde içinde bulunduğum su ve havza hukuku ve yönetimi çalışmaları devam etmektedir), kıyı kanunu vasıtası ile akan veya durgun, tatlı veya tuzlu/acı bütün suların kullanımını, elbetteki satışını da bir çırpıda bir yasa değişikliği ile hal edivermek, gerçekten hiç kimsenin aklından geçecek bir husus değildir. Yabancılara toprak satışına karşı bir direnim devam ederken, buna her çeşit su yüzeyini ve suyun kendisini de eklemeyi akıl etmek, gerçekten normal insan zekasının ötesinde bir düşünce sistemini getirir ki, ‘uygun fiyat verildiğinde her şeyi satmak' inancının (!) zirvesi de bu olsa gerektir.
Bundan önce 2B mücadelesinde de açıkladığımız gibi; her cins yüzey suları (Elbette 167 Sayılı Yer Altı Suları Kanunu dahil) yani denizler (daha doğrusu karasularımız), göller (baraj gölleri ve sulak alanlar dahil) ve akarsular aynen ormanlar gibi; Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan araziler olup, Devletin buralardaki hakkı benzeri olan meralar, dağlar, hava sahası ve yer altı kaynakları gibi kökeni mülkiyet hukukuna değil egemenlik hukukuna dayanan, Devletin malik değil gözetici ve koruyucu anlamda tasarrufunda olan yerlerdir. Devletin buralardaki hakkı "tasarruf hakkı" olup, mülkiyet hukukuna tabi yerlerdeki gibi "mülkiyet hakkı" değildir. Yani mülkiyetindeki arazileri ile ilgili olarak herhangi bir gerçek veya tüzel kişi gibi dilediğince tasarrufta bulunurken, hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerde sadece ‘süreli irtifak hakkı' verebilir ve bunda da kamu yararının olması esastır.
Dolayısıyla yüzey suları üzerinde kullanım esaslı bir düzenleme ve süreli irtifak hakları dışında, hele hele özel mülkiyet düşünülemez. Anayasanın 43ncü maddesi ile "kıyıların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu" yine Anayasanın 168nci maddesi ile de "Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzelkişilere devredebileceği" tespiti açıkça ortada iken, suların yüzeyine buna aykırı bir hukuk düzeni oluşturmak öncelikle Anayasaya ve bilahare hukukun temel ilkelerine aykırıdır.
3. Bahsi geçen ikinci sorun olarak ise ;
"Kıyı kenar çizgisi tespitinin Valilikçe tespit edilmesine rağmen, onay işleminin Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca gerçekleştirilmesi, kıyı kenar çizgisinin yürürlüğe girme sürecini uzatması ve bundan dolayı gerek kıyı kenar çizgisinin sahil şeridinde, gerekse deniz yönünde, başka bir ifadeyle kıyıda ve dolgu yapılmak suretiyle kazanılacak araziler üzerinde yapılacak tesislerin ve bu tesislere ilişkin imar planlarının onay ve yapım işlemlerinin gecikmesine ve bu gecikmelerin Kanun hükümlerine aykırı uygulamalara neden olması,"
(Yazı aynen alınmış olup, yazım hataları sahibine aittir)
olarak belirtilmektedir. Burada sadece ‘denizler' konu edilmekte olup, ‘denizlerin doldurulması' ise, kamu yararlı dalgakıran/mendirek, marina, balıkçı barınağı, liman benzeri istisna tesislerin dışında, yine ekolojik bakış açısına göre kesinlikle kabul edilemez. Bu ifade kıyılara kamu yararlı ve zaruri inşaatlar dışında yapılaşmayı getirdiği ve suların yüzeyini mülkiyete konu ettiği için de, ayrıca Anayasanın 2, 11, 43, 56, 63 ve 168nci maddelerine aykırıdır.
4. Üçüncü sorun olarak ise ;
"Kıyı kenar çizgisinin tebliği, ilanı ve itirazı ile kişilerin kıyıda kalan özel mülkiyetlerine ve ayni haklarına ilişkin Anayasanın 35nci ve 46ncı maddeleri gereği bir düzenlemenin bulunmaması,"
Sorun olarak ortaya konan bu konunun neden sorun olduğuna yönelik bir açıklama genel gerekçede mevcut değildir. Fakat mülkiyet ve özellikle kamulaştırma konusunda evrensel hukuk ve mevcut mevzuatımızla bağdaşmayan düzenlemeler yapılmış olup, yeri geldiğinde açıklanacaktır.
5. Dördüncü sorun olarak ise yargılama yerinden kaynaklanan sorunlardan bahsedilmektedir. Konunun adli yargıya mı, yoksa idari yargıya mı ait olduğu konusunda yetki idari yargıya bırakılmaktadır.