"Ben ve Başkası Arasındaki Sınırın Yıkım Sürecinde Bir Araç Olarak 'Mekan'"
Pınar Geçkili Karaman*
“Eğer varsa konukseverlik sadece şeyin, nesnenin, şimdi burada varolanın ötesinde edime ve ‘kasıt’a çağıran değil, bilginin de ötesinde, hakkında hiçbir şey bilmediğimi bildiğim noktada mutlak yabancı, mutlak bilinemeze doğru yönelen kasıtlı bir deney olarak sözcüğün en muammalı anlamında bir deneydir.” (Derrida, 2005, s.54)
Derrida’nın bu önermesi; ev sahibi ve misafir veya kentsel ölçekte düşünüldüğünde, yerel ve sonradan gelen arasındaki ilişkinin ve potansiyel edimlerinin kavranmasına yönelik bir yöntem çalışmasıdır. Bu durum aynı zamanda ben ve başkası arasındaki etkileşimin sınırsız varyasyonlarına da atıfta bulunmaktadır. Bahsedilen ilişkilerin sonuçları kent için düşünüldüğünde iki ana başlık altında toparlanabilir; yabancılaşma ve bütünleşme. İki durum da ben ve başkası arasındaki organik bağın veya bağlanamamanın bir sonucudur. Gabriel Tarde (2012); bireyler arasındaki bağların incelenmesi esnasında, kimliğin indirgemeci bir yaklaşım olduğunu öne sürer ve her bireye bir fark olarak bakar. Çalışmada incelenen, mekanın farkları ayırıcı ya da bütünleştirici rol oynama halleridir.
Bireyler arası oluşan bağ içerisinde, mekanın nerede durduğu çalışmanın tartışma konusudur. Mekan ve birey arasında oluşan ilişkinin, bireyler arası oluşacak olana etkisi araştırılmaktadır. Bu konuda, mekan bağlılığına etki eden egemenlik alanı (territoriality), kendileme (communal personalization), mahremiyet gibi sosyo-mekansal davranışlar ele alınmıştır. Bu davranış şekilleri arasındaki denge, mekan-birey bağının derecesini belirlemekte ve ev sahibi ile misafir arasındaki sınırların kuvvetlenmesini veya bozulmasını sağlamaktadır.
İstanbul gibi farklı katmanların iç içe geçtiği bir kent, bahsedilen araştırmalar için güçlü bir laboratuvar olmaktadır. Kentin sürekli olarak karşılaştığı göç olgusu, birbirinden ayrı kültürler ve habitatlar gözlenebilmesine olanak vermektedir. Fakat özellikle son yıllarda rejyonalizm, iktidar ve sermaye birlikteliği, içe kapalılık politikası gibi olguların hızla güçlenmesiyle; bireylerin kendilerine, yaşadıkları ortama ve diğer türdeşlerine yabancılaşma hali artmaktadır. İstanbul’un gözlenen birincil sıkıntılarından bir tanesi de içerisinde barındırdığı katman çeşitliliğinin birbirine karışamaması ve sosyal sınırların meydana gelmesidir.
Çalışmada; kuramsal altlık ile beraber oluşturulan savın iki örneklem alanı ile gerçeklenmesi yer almaktadır. Bunlardan ilki rejyonalist yaklaşımın bir ürünü olan rezidanslar, bir diğeri ise tamamen rastlantısal oluşlar içeren ve fonksiyonların kendiliğinden meydana geldiği surların/su kemerlerinin içerisinde kurulan yaşam alanlarıdır. Bahsedilen örneklem alanları ile ilgili sosyo-mekansal davranış incelemeleri, çevreleri ile iletişimlerini saptayan görüşme, gözlem ve mekanın rolünü saptamak için kullanılan ve gündelik yaşamdaki eylemleri ortaya çıkaran diyagramatik kesitler; ben, başkası ve mekan arasındaki ilişkinin ifşası için kullanılmıştır. Bu ilişkide saptanan şudur ki; denklemde herhangi bir öge aradan çıkartılırsa dönüşüm, değişim ve etkileşim bozulmaktadır. Mekanın başkasının gelişine izin verme kapasitesi arttıkça sosyal ve mekansal sınırlar silinmeye başlamakta, birey ve mekan kendini sürekli olarak yeniden üretmektedir. Derrida’nın (2005) dediği gibi; “Zaman, başkanın gelişidir”