Bize kısa özgeçmişinizden söz ederek başlayabilir miyiz? Kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi ve mimarlıkla tanışma hikayenizi aktarabilirseniz...
Los Angeles'ta büyüdüm. Yaklaşık 10 yıl boyunca Santa Monica'da yaşadım. SCIArc'ta lisans eğitimi görmeye başladığım sırada mimarlık ile tanıştım. O dönemde, 1990'ların başında, Los Angeles mimarlık ortamı büyüleyiciydi. İstanbul'a benzer şekilde orada da en önemli dört mimarlık okulu bulunuyordu. Dünyanın en parlak ve ilginç insanlarına ev sahipliği yapıyordu. Gerçekten ilham vericiydi. LA'in özgün durumu nedeniyle –bunlardan biri de iklimsel özellikleriydi, kent üzerinde deney yapmak için mükemmel bir yerdi. 90'ların sonuna geldiğimde mimarlık bilgimin lisansüstü eğitimi ile iyileştirilebileceğine inandım. O dönemde çok sayıda kentsel tasarım ve planlama işine bulaşmıştım. Mimari tasarımda bir projeden çok önce gerçekleştirilen karar verme mekanizmalarını anlamaya devam etmenin iyi bir fikir olacağına kanaat getirdim. Bu yüzden de MIT'de planlama üzerine yüksek lisans eğitimi aldım ve 2000 yılında Cambridge'e geçtim.
Peki bu aralıkta iş tecrübesi edindiniz mi?
Los Angeles'ta çok sayıda firma ile uzun süreli olarak çalıştım. Disney gibi yüksek profitli ve tanınmış medya gruplarında yer aldım.
Bu deneyim size nasıl bir yol çizmekte yardımcı oldu?
Bu süreçte kentsel tasarımın boyutlarının değişeceği ve gelişeceği kafamda kesinleşti. MIT'de medya ve dijital tasarımın kentsel dokuya yaklaşımı ve onun deneyimlenmesini ne şekilde değiştireceği sorusuna cevap arıyordu. 5-6 yıla uzanan bir deneyimim ve biriktirdiğim bilgiler sayesinde MIT'de gerçekleştirilen projelerde tasarımcı ve genç bir planlamacı olarak yer almayı başardım. Dijital kentler için yönetmelikler nasıl hazırlanır, bu kentler ne şekilde yaratılır, büyük sermayenin akışı nasıl teşvik edilir ve tüm bunlar bizim sosyal yaşantımızı nasıl şekillendirir, yaklaşan yeni bir kültürel alan nasıl yaratılır gibi sorulara cevap aradık.
Çalışma bir öngörü veya tahmin miydi, yoksa daha ziyade bir konsept mi?
Bir konseptti. Kehanet veya düş olarak adlandırmazdım. Üzerinden 10 sene geçtiği için, hakkını teslim etmem gerekirse, oldukça ileri görüşlü bir işti. Pek çok alanda yavaş yavaş şekillenmeye başlayan bir duruma temel hazırlamak ile ilgiliydi. Sanat, üretim, bilim ve iş dünyası bu yöne doğru evriliyordu. Hiç şüphesiz mimarlık ve kentsel tasarım için de bu değişimi kucaklamalıydı. Daha verimli olabilmesi için vatandaşlarını gayretlendirmeliydi.
Öyleyse bu alandaki profesyonel çalışmalarınız ne oldu?
MIT bünyesinde Dennis Frenchman başkanlığındaki City Design Development Group ile çalışmaya başladım. Dijital kentlere ilişkin Frenchman'ın tezahürleri üzerine gittik. Yüksek lisansımı bitirir bitirmez de Murat Şanal ile evlendim. Akabinde de İstanbul'a taşındık. Şanslıyım ki MIT'deki bu grupla olan çalışmamı sürdürebildim.
İstanbul'a geldiğinizde kendinizi Türk mimarlık mecrasında konumlandırmak, ona entegre olmak ve mevcut çalışma alanınıza eklemlendirmek adına yaptığınız bir şey oldu mu?
Murat benden iki sene önce, 2000'de yerleşti buraya. İlk yaptığımız ise çevreyi gözlemlemek, ona ne şekilde katkıda bulunabileceğimize bakmak ve mesleğe duydumuz aşkı, heyecanı, bilgi ve birikimi aktarmanın yollarını aramak oldu. 2-3 senemi gözlemle geçirdiğimi söyleyebilirim. Zaten bu dönemde İstanbul seri bir değişimden geçiyordu. Ona tanık olmak da heyecan vermişti. Dürüst olmak gerekirse buraya ilk taşındığım günden bu yana şehirde müthiş farklılaşmalar görüyorum.
Bu değişimleri biraz açabilir misiniz?
Sosyal anlamda bile... Mesela ilk geldiğimde bir filtre kahve almak neredeyse uyuşturucu almaya benziyordu. O kadar pahalı, lüks ve zor bulunur bir şeydi ki... Yabancı lokanta bulamazdınız mesela. 2000 yılında gidip Çin yemeği yemek alışılagelmiş bir şey değildi. Gidip aramanız gerekirdi; mahallenizde bulabileceğiniz bir şey değildi. Sabancı Müzesi, İstanbul Modern yoktu; Garanti Galeri daha yeni açılmıştı. Bilgi Üniversitesi henüz çok gençti ve ortalarda görünmüyordu.
Sanırım sosyal yapı için bu gibi kurumların önemine inanıyorsunuz...
Benim kurumlara derin bir inancım vardır. Kurumların bir kültürün arzularının yansıması olduğuna inanıyorum. Çünkü onları biz kuruyoruz, toplum olarak inşa ediyoruz. Bu bir kişinin isteği değil, toplumun isteği, ihtiyacı... Çok ünlü bir söyleyiş vardır: "Önce fikirlerimizi, sonra pratiklerimizi, en sonunda da kurumlarımızı değiştiririz." Şayet en iyi kurumlara sahip değilseniz, en iyi uzmanlığı ve kesinlikle en iyi yaratıcılığı ortaya koyamazsınız. Yalnızca duruma özgün profesyonel olanaklar ve yaratıcılık oluşturabilirsiniz. Bu da yapıcı olanaklara, yani eleştirel oluşa ve yeni algılara ortam bırakmayan bir durum. Kurumların yaptığı da böyle bir şey. Evet, kurumlar durumları meşrulaştırırlar. Ama aynı zamanda eleştirel, geliştirici düşünce için platform hazırlarlar. Dolayısıyla Starbucks'ın Türkiye'ye gelmesi yeni bir durum tanımladı. Ama asıl önemsenmesi gereken değişim kurumlarda oldu. Yeni kurumsallaşma anlayışı, İTÜ, Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı gibi geleneksel kurumlarda da şu farkındalığı yarattı: Önümüzdeki yüz yıl içinde şayet güncel kalmak istiyorlarsa, kurgularının üzerinden geçmek ve pozisyonlarını yeniden düşünmek zorundalar. Daha küçük kurumlar bu baskıyı, müşterek yarışı yarattı.