Çok yönlü bir disiplin olsa da mimarlık eğitiminde teknik konular önceliklendiriliyor. Eğitim süresi mimarlığın sosyal boyutunu kavrayabilmek adına yetersiz kalabiliyor. Mimarlığın toplumsal rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
OÖ: Bence bu konu Türkiye’de olması gerektiğinden fazla gündemde. İyi niyetle yapılmış olsa da Mimarlar Odası’nın bazı çalışma ve tavırlarına biraz eleştirel yaklaşıyorum. Başta Oda bu hassas sınırda örnek olmalı. Mimarların temel mecrası ürettikleri projeler. Siyasi ve sosyal bağlamda Oda’nın bir görüşü olması ve eleştirel davranması elbette çok doğal; fakat bu anlamda mimarlığın gücü kısıtlı. Mesleki deneyimimizle dünyayı bir ölçüde değiştirmeye çalışabiliriz; ama diğer meslekler yokmuş gibi, her şey sadece bize bağlıymış gibi davranamayız. Sosyal boyut olarak tanımladığımız olgu, tanımı gereği başkalarıyla birlikte yürütülmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla güncel bağlamda koyacağımız katkının başka bir role bürünmek yerine kendi mesleğimizin çerçevesinden gelmesi gerektiğini düşünüyorum.
HB: Ben Mimarlar Odası konusundan bağımsız olarak mimarın bir şeyleri değiştirme gücüne inanıyorum. Ve bu tartışmaların üretilen yapı ve mekân silsilesi üzerinden yapılabileceğini düşünüyorum. Örneğin, tasarladığımız eğitim yapılarında önerdiğimiz serbest, dönüştürülebilen, demokratik ve özgür mekânlar üzerinden birtakım söylemler kurmaya çalışıyoruz. Yapı tamamlandığında bu kavramların ne kadar vücut bulduğunu, kullanıcıların bunu ne ölçüde deneyimleyebildiğini bilmiyoruz. Bunu sadece Türkiye bağlamında da değerlendirmemek lazım. Bazı meslektaşlarımız mimarlığı yapı imajına indirgiyor. Tabii ki az önce bahsettiğimiz gibi güzel kapak görseli, görsel nitelik çok önemli. Öte yandan yapının işlevine uygun olması, dönüştürülebilmesi yani günün koşullarına göre ihtiyaca cevap verebilmesi çok önemli. Bu çerçevede mimarlığın sosyal bir boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de mimarlığın sosyal yaşam ve sosyal alandaki etkisi maalesef imaja indirgenmiş durumda. Daha önce bahsettiğimiz gibi bazı taraflar bu durumu ideolojik olarak kullanırken, diğer taraflar da karşıt argümanlar üretiyor. Tartışmalar genellikle üslup ve aslında hiçbirimizin uzman olmadığı estetik konusu üzerinden gelişiyor. Bunu eleştirilebilecek bir nokta olarak görüyorum. Öte yandan proje süreçleri gelişmiş ülkelerdeki gibi olmayan Türkiye’de, mimarlığın sosyal boyutunu ne kadar gerçekleştirebilirsiniz? Her şey çok kısa zamanda ve acilen isteniyor. İhtiyaç programları sürekli değişiyor. Dolayısıyla proje süreleri, mimarın bir çok tasarımsal ve teknik girdiyi değerlendirmesi için yeterli olamıyor. Bu nedenle mimarlığın Türkiye’de daha kısıtlı bir etki alanı olduğunu düşünüyorum.
OÖ: Mimarlığın temel amacı bir şeyler üretmek, yani yapı yapmak. Öte yandan hayal etmeyi de çok seviyoruz. Hatta hayallerimiz, yapılmamış projelerimiz daha kıymetli. Yapılanları da beğenmiyor, olmadı diyoruz. Bu şizofreni mimarlıkta var. Birşey iyi yapıldığı zaman o kendi kendine bir iletişim kuruyor zaten. İnsanlar bu yapıları deneyimliyor ve söylemek istediğimizi anlatmak böylece mümkün oluyor. Projenin kendini anlatamadığı durumlarda ise iletişim becerileriniz çok iyi olmalı. Bence mimarlıkta kritik nokta; anlatabilmek. Proje ne kadar olgun ve nitelikli olursa olsun, öncelikle doğru anlatılmalı. İnsanlar önerinizi anlayıp kabul etmezlerse çalışmaların da pek bir anlamı kalmıyor.
HB: Yapılmayan projelerle ilgili ben de bir ekleme yapmak istiyorum. İçeride üç projemizin asılı olduğu bir duvar var. Bunlardan ikisi ödüllü projelerimiz. Diğeri de çok sevdiğimiz bir kentsel dönüşüm ve sosyal konut projesi. Ofise ilk kez gelenler bu projeleri çok beğeniyor ve uygulanıp uygulanmadığını soruyor. Üçü de yapılmadı ama bizim en çok sevdiğimiz projeler onlar. Tabii Duygu’nun çektiği güzel fotoğraflara da değinmeden geçmeyelim, en çok gelen sorulardan biri de bu fotoğrafları kimin çektiği...