Kızı Azra Deniz Okyay ile...
Mimarlık ve edebiyat birbirine paralel mi?
Evet. Her ikisinde de düş gücü var bir kere, baştan bir projelendirme var. Mimarlıkta meselenizi çizgi ile anlatıyorsunuz, edebiyatta sözcüklerle. Her ikisinde de estetik kaygılar var. Mimarlıkta da edebiyat ürünlerinde de sağlam strüktür kurmak ve insanın hikayesinden yola çıkmak önemli.
Bu iki uğraşın birbirinden ayrıldığı noktaların başında ise mimarlığın kolektif, edebiyatın ise bireysel bir çalışmanın ürünü olması geliyor. Birinde çizgiyle oluşturuyorsunuz kurguladığınız hikâyeyi, diğerinde sözcüklerle…
Üniversitedeyken bir hocamız, mimarı orkestra şefine benzetirdi. Herşeyden orkestra şefi sorumludur, ama bir enstrümandan çıkan yanlış bir nota müziğin, senfoninin etkisini yitirmesine neden olabilir, esere çok zarar verir, derdi. Bu anlamda mimarlık çok zor bir uğraş. Mimarın ekibinde yer alanlar, işçiler ve mühendisler mimari projeye mimarla aynı duyarlılıkta, titizlikte yaklaşmazlarsa ya da becerileri, bilgi birikimleri yeterli olmazsa o yapı iyi bir mimarlık ürünü olamaz. Mimari proje ne denli iyi olursa olsun.
Yazmak ise bireysel bir uğraş olduğundan sonucundan yalnızca yazar sorumlu. İşte bu yüzden de yazmak, beni mimarlıktan daha çok mutlu ediyor.
Peki kendinizi en iyi, çizerek mi yoksa yazarak mı ifade ediyorsunuz?
Elbette yazarak. Çünkü mimarlık, ideal koşullarda yapılmadığı zaman acı veriyor.
Meselâ, Sedat Hakkı Eldem'in titizliği hâlâ anlatılır, ekibine nasıl kök söktürdüğü... Ama sonuçta yapılarının her biri mimarlık alanında birer sanat eseri… Günümüzde yapılan mimarlık ürünlerine baktığımızda, Behruz Çinici, Doğan Tekeli, Cengiz Bektaş, Han Tümertekin gibi mimarlarımızın ekipleri de mutlaka titizlikle seçilmiş olmalı ki böyle yapıtlar ortaya çıkabiliyor, diye düşünüyorum. Adını sayamadığımız bir çok iyi mimar için de bu söylediklerim geçerli elbette… Yani, sözünü ettiğim koşullar sağlanamazsa projeniz ne denli iyi olursa olsun sonuç düş kırıcı olur…
Mimarlık çok önemli bir meslek, ama bu mesleğin hakkını tam olarak veremediğimiz gibi bir daha hiçbir şekilde sahip olamayacağımız mimarlık yapıtlarını da kendi elimizle yok ediyoruz. Her geçen gün fakirleşiyoruz. Bu da çok, ama çok acı veriyor bana…
Mimarlığın, öykücülüğünüze hangi doğrultuda etkileri oldu?
Öncelikle yazma sürecinde, aldığım mimarlık eğitiminden çok yararlandığımı düşünüyorum.
Çünkü kahramanlar, bir mekânın içinde yaşıyorlar ve o mekânı oluşturmak çok önemli. Mekânı gözünüzde canlandırmalı, daha sonra o mekânı oluşturmaya yani o mekânı betimlemeye başlamalısınız. Bu konuda mesleğim bana avantaj sağlıyor. Öykülerimi okuyanlar, okuru mekânın içine alabildiğimi söylüyorlar. Bu, benim için çok önemli...
Yapılar nasıl insanı içine alıp onunla bütünleşiyorsa, öykü de okurunu içine alıp, onunla bütünleşmeli. Bu da mimarın tasarladığı yapıyı, öykücünün yazdığı öyküyü yaşaması ile doğru orantılı. Mimar ne denli içinde yaşarsa, fonksiyonlarını ne kadar iyi özümleyip planlarsa içinde yaşayacak olanlarla o yapı arasındaki bağ öylesine sağlam kurulur. Yaşayanları rahat ettirir, mutlu eder. Örneğin ben, ‘Onlar İçin de Dikmişti' öyküsünde öykü kahramanım Gül Lale olmuştum yazarken. Onun yaşadıklarını yaşamış, onunla birlikte ağlamıştım. Bu nedenle okura bu duyguyu aktarıp, öyküyü yaşatabildim. Ve öyküm, bu denli inandırıcı bulundu ve sevildi.
Hem mimari proje planlamasında hem de yazmak uğraşında çok sayıda eskiz yapıp iyiyi bulana kadar sabretmek gerekiyor. İskeleti sağlam kurduktan sonra sabırla detaylandırmak….
Bu noktada, mesleğim bana sabırlı olmayı da öğretti. Beğenmediğim eskizi acımadan atmayı, iyiyi bulana dek ayıklamayı…
O halde yapıya, mimarın düşünün öyküsü diyebilir miyiz?
Evet, tabi. Ben, mimarın aynı zamanda öykücü olduğunu düşünüyorum. Mimar, yapıyı tasarlarken, o yapının içinde yaşanacak olan hikâyeyi de düşünür ve ona göre yapısını tasarlar. Konutta yaşanan hikâye ile hastane, havaalanı, yaşlılar evi, okulda yaşananlar farklıdır. Ve bütün bunları mimar çok iyi bilmeli, kurgusunu bu doğrultuda yapmalıdır. Evet, öykücü de yazdıklarını ne denli içselleştirir, karakterlerin yerine kendini koyar, öyküyü yaşarsa, o öykü de o denli, samimi, inandırıcı, başarılı olur. Okur da yaşar öyküyü…
Bununla ilgili Prof. Nezih Eldem'in söyledikleri geldi aklıma. Nezih Eldem'in tasarladığı bir konut projesi tartışılıyormuş. Yapımcı müteahhit, projede var olan asırlık ağaçların kesilmesini önermiş. Nezih Eldem "Olmaz!" demiş, " Ben cumbaları o ağaçlara göre projelendirdim. Cumbada oturanların ağaçların gölgesi, yeşiliyle mutlu olacağını düşündüm. O ağaçların hiçbirine dokunmadım ve siz de benim projeme hiçbir biçimde dokunamazsınız!"
Nezih Eldem çok duyarlı, iyi bir insandı. Aynı zamanda da çok iyi bir mimar, sanat adamıydı… Onu çok severdim, saygı ve sevgiyle anıyorum…