NK: Benim Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde okuduğum dönemde gece fakültede kalmamız mümkün değildi ama üst dönemlerin bunu deneyimlediğini biliyorum. Bunun yanında stüdyolarımızda herkesin kendi masası vardı.
BP: Öğrencilik hayatımdaki en büyük şey, stüdyomuz vardı. Atölyemiz, Amerika’daki ikinci büyük atölyeydi, kocaman bir hangar hayal edin, içerisinde her türlü el aleti vardı, ahşaptan çelik kaynağa kadar. 1. ve 2. sınıf eğitiminde el çizimleri ve maket yaptırıyorlardı; giriyorduk atölyeye, ahşap kesiyorduk, biçiyorduk. Öğrencilikten başlayan bir marangoz eğitimi gibi üretmeyi orada görüyorduk. Zaten el çizimi yaptığın için ve elinle devamlı maket yaptığın için reflekslerin çok daha farklı gelişiyor. Kafanda çizdiğin şeyi nasıl üretebileceğini çok daha iyi hayal ediyorsun. Okul hayatında bu “soft copy” ya da sadece dijital ortamda odaklanıldığı zaman vücut onu anlamıyor. Hakikaten orada görünmeyen bir iletişim var; bunu altyapıdan almak, eğitimini almak önemli.
Kadir Has’ta ders verdiğim dönemde, 2. sınıflara giriyordum, o sene bilgisayarı yasakladım. “Elle çizeceksiniz, atölyeyi kullanacağız” dedim. Entasçılar kullanıyormuş atölyeyi, bizim kullanmamıza çok şaşırdılar. O dönem mimarlık öğrencileri ilk defa kullandı gibi. Devamlı ahşaptan maket yaptırdım; ahşap kesmeyi öğrensinler istedim. Kendi çalışmalarını ahşaptan yaptılar. Öğrenciler biraz söylendiler ama gün sonunda teşekkür ettiler. Bunun bilinçaltına bir şeyler aktardığının farkına vardılar. Bunun yaygınlaşması gerekiyor.
Aslında böyle bir eğitim olabilse, birazcık daha stüdyo ortamı ve öğrencilerin orada yaşaması ve aynı zamanda atölyeyi kullanması konusunda, bu çok değerli olur. İkincisi de pratik anlamında da dediğim gibi AIA ve RIBA modellerinin incelenmesi; bunlardan neler alınabilir, Türkiye’ye nasıl adapte edilir... Bu gibi önerilerle ben açıkçası daha iyi şeylerin olabileceğine inanıyorum.
NK: Çalışma sisteminiz; Amerika’dan aldığınız eğitim ve üzerine kattığınız şeyler var. Hem tasarım proje süreçleri hem de ofis işleyişi açısından buradaki mimarlık pratiğini nasıl tanımlıyorsunuz?
BP: Son 5 sene içerisinde BINAA süreci oluşurken buraya girip çıkan arkadaşlar benim için çok değerli oldu. Anlaşabildiklerimiz oldu, anlaşamadıklarımız oldu. Çünkü ben başta şeffaf biçimde söylüyorum; burada herkese bir koltuk yok. Burada bulunmak istiyorsan burada gerçekten olmak istemen lazım. Buradaki amaç da “one to one”, benimle usta çırak ilişkisinde, tecrübeyi aktarma yaklaşımı var. Amaç homojen bir yapı oluşturabilmek; onlar da bir nevi genç meslektaş, bilgileri çok değerli. Belli birtakım saygı ve iletişim çerçevesinde bunu sağlayabiliyorsak, onlar da ciddi sorumluluklar alabilecek ileride de bunu görebilecek farkındalığına varabilecek bireyler.
Onlarla karşılıklı olarak konuşuyoruz, ekip içinde herkes kendi işinin patronu. Herkes aldığı sorumluluğu yerine getirecek. Bir işi alıyorsan onu tamamlayacaksın mantığı ile çalışıyoruz. Herhangi bir hiyerarşi yok herkes ofisi ve işi sahiplenmeli. Bir de bizde pozitif enerji çok önemli. Amacım burası okul gibi de olsun; pratik paralelinde biz bir şeyleri konuşup, tartışabilelim, kendimizi eleştirebilelim. Biraz daha açık bir sistem oluşturmak istiyoruz.
Proje içerisinde de bir şeyleri yaparken belli dönemlerde belirli konulara takıntılı bir şekilde o konuyu araştırıyoruz. Basit bir örnek vereyim; bir dönem mutfak çok yaptık; 6 ay mutfakçılarla görüştük, benim de çok bilmediğim, heyecanlı bir konu oldu. Bol bol gittik, Nolte’nin Showroom'unda aperatifler yedik, aynı zamanda mutfak konusunu geliştirdik. Bir dönem ofis planlama ve ofis konusuna takıldık. Bir dönem konferans salonu konusunu takıntılı bir şekilde öğrendik. İşin heyecanlı kısmı bu aslında, her dönem yeni bir şey öğrenebiliyorsun mimarlıkta. Bir dönem kütüphane konusu vardı gündemde. Uluslararası kütüphaneciliğe yönelik kütüphanecilerle görüştük. İki tane kütüphane projesi yaptık.
İki sene boyunca üst üste bunlarla ilerledik. Ben bir sene Mardin’e gittim geldim, orada arkadaşlarla birtakım ilişkiler oluştu. Buradaki arkadaşlara söylüyorum, buraya geldiğiniz zaman X-men gibi bir mutant özelliğinizin olması ve bunu ön plana çıkarabilmeniz lazım. Herkesin burada farklı özelliği var, eğitimde de çeşitlilik değerlidir. Farklılıkları bir arada tutabiliyorsanız o zaman bir sinerji oluşur. O zaman bir demokrasi oluşur. Benim hep aradığım şey bu oldu. Buraya gelen arkadaşların ne gibi farklılıkları var, ben onları belki bazen zorlayarak, bazen onların kafasını karıştırarak ortaya çıkartmaya çalışıyorum. Kendilerini daha iyi keşfedip ne yapabilirler diye onlara özgüven vermeye çalışıyorum. Onlara da açık açık; sizler de belki yarın pratiğinizi kuracaksınız, belli sorumluluklar alacaksınız, yapmanız gereken şeyler bunlardır, diyorum.
Nitekim o bakış açısıyla buraya gelen arkadaşlardan çok başarılı çıkan arkadaşlarımız oldu. Mesela bir arkadaş geldi, bir sene çalıştı, AA’ye gitti Londra’ya. Şimdi oradan ayrıldı, Londra’da ofislerde çalışıyor, pratik yapıyor. Diğer bir arkadaşımız, Mimar Sinan mezunu, burada çalıştı kısa bir dönem, sonra Japonya’ya gitti. 2,5 sene Sou Fujimoto ve Kengo Kuma’da staj yaptı, şimdi Türkiye’ye geldi tekrar, Amerika’ya master’a gitmek istiyor. Onunla da işbirliği içerisindeyiz, diyaloğumuz devam ediyor. Bir arkadaşımız vardı, bir sene bizim yanımızda çalıştı, Thomas Mayer sayesinde Almanya’dabir mimarlık ofisiyle tanıştı, şimdi iki senedir onlarla çalışıyor ve çeşitli yarışmalar kazandılar. Onları da uluslararası konularda destekliyorum. Arkadaşların uluslararası tecrübeyi alıp Türkiye’ye dönmesi ülke için değerli bir şey. Onu doğru yönlendirmek, imkan sunmak önemli. Sonuçta ben de böyle yaptım.